27 Ağustos 2010 Cuma

Şehrin tam ortasında yaban hayatı...

En az on senedir uykusuzluk çekiyorum. Peşin peşin söyleyeyim, fi tarihinde evsahibimin ima ettiği, hayır, açık açık söylediği gibi psikolojik değil, tamamen komşusal ve çevresel. Komşusal ve çevresel faktörler, onların ya da benim tatile çıkmamız gibi yöntemlerle ortadan kaybolduğunda, uykusuzluk da kendiliğinden ortadan kayboluyor.

Ama konu bu değildi. Fi tarihinde evsahibim olan ve üst katımızda oturan amca her sabah dört buçuk, beş gibi, takunyalarıyla evde dolaşarak uyandırırdı beni. Takunya olduğunu görmedim, ama bu ak sakallı amcanın Hollanda tarzı tahta sabolar giydiğini hiç sanmıyorum, bu yüzden olsa olsa takunya olabilirlerdi. Çocukluğumdaki yumuşacık tokyolardan armağan etmeyi ciddi ciddi düşündüğümü hatırlıyorum. Ama dediğim gibi, konu bu değil. Gün doğmadan hemen önce uyanıp, sıradan insanların uyanmasını beklerken, ister istemez sabahın seslerini dinlerdim. Ve o günlerde yaşadığım semtte, evin önündeki bir avuç yeşillikte, gün ışımaya başlamadan hemen önce bülbül sesleri duyardım. O kadar tatlı gelen başka ses bilmiyorum.

Gel zaman git zaman, takunyalı ev sahibimizin evinden iki durak ötedeki, bir başka eve taşındık. Burada, üst katımda oturan takunyalı biri yoktu, ama bizim köpeklerimiz ve sokak köpekleri vardı. Bütün gün, ama özellikle de saat gece ondan sonra (ya da belki ben o zaman farkına varıyordum, bilmiyorum) birbirlerine serenat yapmaktan hoşlanıyorlardı. Kimin başlattığını hatırlamıyorum, çünkü uykusuzluktan bulanıklaşmış zihnim başlangıcını saptayamıyordu. Bir grup havlama sürecini başlatıyordu, sonra diğer grup karşılık veriyordu, sonra birincisi ikincisine yanıt veriyordu vesaire, vesaire. Ama en güzeli, tam penceremin dibine dikilip, bütün mahalleye, hatta karşı mahallelerdeki havlamalara laf yetiştiren köpekti. Nasıl da ritmik bir biçimde havlardı: hav-ha-hav... hav. hav-ha-hav... hav. Ama konu bu değil. Uyumaya çalışır, ama ümitsizlik içinde dönüp dururken, evin arkasındaki küçük korulukta, el ayak çekildikten sonra yükselen kuş seslerini dinlerdim. Şehir sessizleşirken onların sesleri yükselirdi ve dinleyen kulaklar için, sabaha kadar devam ederlerdi. Arada aralarına bir baykuş ötüşü katılırdı. Gerçekten. Baykuş ötüşlerini yakındaki metruk bina ile ilişkilendirirdim nedense ve önyargıların aksine, benim hoşuma giderdi. İçimdeki, uykusuzluktan kaynaklanan öfke ve çaresizlik içinde, tatlı bir şurup gibi akardı o sesler.

Gel zaman, git zaman... Semt değişti. Ne takunya sesleri, ne de havlamalar var burada. Ama şimdi, kendi yaşam şartlarından dolayı eve 11'den önce gelmeyen ve sabahın iki buçuğuna kadar dolap kapaklarını ve kapılarını tekrar tekrar açıp kapatmak zorunda kalan komşularım var. Sonra, saat, dört buçukta herşey tekrar başlıyor. Aynı komşular mı, yoksa ince duvarlar yüzünden farkı fark etmediğim ayrı komşular mı, diye sormayın, o saatte anlayacak durumda olmuyorum. Ama konu bu değil. Şu an saat 04:22 ve ben cırcır böceklerini dinliyorum. Endişe içinde beklediğim ve uykusuzluğumun sebebi olan gümlemeler arasında, ruhuma huzur veren vahşi hayat sesleri bunlar. Neden huzur verdiğini bilmiyorum, belki de çocukluğumdan hatırladığım, çam ağaçları arasında yaptığımız yaz kamplarını hatırlattığı içindir. Sebep ne olursa olsun...

Koskoca şehrin içinde minik yaban hayatı parçaları bulduğumda mutlu oluyorum. Yaban hayatının biz yabani medeni insanlar yüzünden yok olmadığını gördükçe, minicik şehir parçaları içinde kendi habitatlarını koruyup yaşadıklarını işittikçe, doğanın bize rağmen varlığını sürdürdüğünü gördükçe... Kedi boyutunda vahşi kedigillerin İstanbul cengelinde hayatta kalma mücadelesini kazandığını; başıboş köpekgillerin içgüdülerine uyup, çeteler oluşturup, National Geographic Channel belgesellerine taş çıkaran hayatlar yaşayıp ürediklerini... Baykuşları, bülbülleri, hele pek çok insanın farkında bile olmadığı tarla farelerini, sıçanları saymıyorum bile.

Medeniyet? Hah! Ben size söyleyeyim. Korunaklı apartmanlarımızın içinde, ormanın tam ortasında yaşıyoruz. Bülbüller değil şehrin ortasında yaşamaya çalışan. Asıl biz ormanın ortasında hayatta kalma mücadelesi veriyoruz ve aksi olduğunu hayal ediyoruz.

Asıl konu buydu işte.

22 Ağustos 2010 Pazar

Neden kekik ithal ediyoruz?

Tesadüf eseri, bir kekik paketinin üzerinde markasını fark edip, tanımadığım bir marka olduğunu düşünüp, kaynağını kontrol edip, ithal bir ürün olduğunu gördüğümden beri merak ediyorum.

Fi tarihinde Kelebekler Vadisi'nin ötesinde, kıraç dağ yamacına kurulmuş küçük bir otelde kalmıştım. Çevrede yürüyüş yapmak istediğinizde size kekik kokuları eşlik ediyordu. O kadar yerli, o kadar kolay yetişen bir ürün.

Sonra bir de, yeterli üretim yapıp ihraç edemeyen, ithalatı ihracatından daha yüksek olan bir ülke olduğumuz faktörünü ekleyin.

Sonra da, işsizlik oranları (istatistik düzeltmeler dışında) bir türlü azalmayan bir ülke olduğumuz faktörünü.

Paraya ihtiyacımız var. İnsanlara iş bulmaya ihtiyacımız var. Dağlarından bile kekik fışkıran bir ülkeyiz. Ama kekik ithal ediyoruz.

Merak ettiğim ise şu: kekik ithal etmemiz gerektiğine, bizim para kazanmamız yerine başkalarına para kazandırmaya kim, nasıl karar veriyor?

Bu yazı yalnızca kekik hakkında. Kim bilir daha neler var.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Ütopya imkansız...

Siyaset meydanına baktığım zaman en yakın hissettiklerim bir ideali olanlar. Kastettiğim bir ideal kılıfıyla trilyoncukları ya da gemicikleri götürenler ve onların çevresinde yüzen küçük balıklar değil, gerçekten ideali olanlar, daha güzel bir dünya isteyenler, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar ve bu amaçla elini taşın altına koyanlar.

Ama... Ama sonra bakış açısı kayıyor, düşünce dünyasından sokağa, gazetelere, televizyonlara dönüyorum, sahip olduğum birkaç bilgi ve deneyim kırıntısıyla çevreme bakıyorum ve diyorum ki, ideallerin bu dünyada şansı yok.

İçselleştirdiğim ve inançlarımı ona göre oluşturduğum bir fikirdi zaten, ama bir kanıya varırken bunu fark etmeden yaparım. Ancak sorgulandığı zaman düşünürüm, neden buna inanıyorum diye ve genelde yanıt orada, hazırdır. Tuhaf bir inanç oluşturma süreci mi? Tuhaf. Bana uyuyor mu? Uyuyor.

Birkaç gün önce yüzeye çıktı yine. Birkaç satırlık, pozitif ayrımcılık tartışmasından. Tartışma değil de, münazara diyelim, idealin ayrımsızlık olması gerektiği konusuna kimsenin itirazı yoktu. Mesele, ayrımsızlığa nasıl gidileceği idi. Pek çok başka toplumda da yaşandı, ideal belirlendi, yasalarla ortaya kondu, hatta aksi için cezalar belirlendi ve sonra ayrımsızlığın gerçekleşmesi beklendi. Olmadı. Olmuyor, çünkü idealin kendisi ütopyaların dünyasına ait, bizler ise gerçek dünyada yaşıyoruz.

Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak, pozitif ayrımcılık, yani eşit koşullara sahip iki birey arasından tarihsel olarak ayrımcılığa maruz kalmış olanı, hatta bazen daha niteliksiz olmasına rağmen seçmek son derece gayrı-ideal bir durum. Eşitliğe inanan herhangi biri bunu sindirmekte güçlük çekiyor, idealin gayrı-ideal olanla telafi edilmesi gerçekten de idealin kendisini silip atmış gibi görünüyor. Ne yapmak lazım o zaman? Bir yanda nasıl olması gerektiği var, diğer yanda nasıl olduğu ve ikisi kendiliğinden bir araya gelmeyi reddediyor.

İdealin işe yaramadığı konusunda bir örnek daha. Siz insanlara, mantıklı bir dille, örnekler göstererek, tarihsel olarak ne tür vaatlerde bulunulduklarını ve nasıl kandırıldıklarını, size vaatlerde bulunanların sizin onlara duyduğunuz güveni nasıl kişisel çıkara tahvil ettiklerini anlatıyorsunuz. Sonra, nasıl olması gerektiğini, bunu sizin olduracağınızı açıklıyor, size güvenmelerini istiyorsunuz. İdeal bir durum, değil mi? İkna olmalarını beklersiniz. Ama onlar gidiyor, onların umutlarını ve beklentilerini boş çıkaranlara güven tazeliyor yine.

Bana öyle geliyor ki, ideal ile pratik iki ayrı düzleme ait. İdeal zihne ve bilince, mantıklı düşünmeye, verilere ve sebep sonuç ilişkilerine ait. Pratik ise içgüdüye, tarihsel gelişmeye, bizi dört ayak üzerinden kaldırıp bu güne getiren sürece. Varlığımızın sebebi içgüdü, ya da bir başka deyişle evrim ise, idealin pratiğe galebe çalması mümkün mü?

Bence değil. Bence ideal kafada, pratik sokakta olduğu sürece, pratik ideali yenecektir.

İdeal belki gündelik hayatta pratik karşısında çaresiz. Ama ideal, kafamızdan çıkıp kalbimize yerleşen bir şey. Onsuz olmuyor, onun verdiği umuda ihtiyacımız var. Onun doğru olduğunu, varacağımız yerin o olması gerektiğini biliyoruz.

Benim için ideal bir işaret feneri. Adımlarıma yol veren. Pratiğin çamurlu yollarında gözümdeki ışıltı. Hedef. Gerçekleşebilmesi için onun bir hedef olduğunu fark etmek gerek. Onu şimdi sokakta bulmayı beklemek yerine, uğruna çalışmak gerektiğini. Bu günden ona yol açmak gerektiğini. İdeali oluşturan bilinç, veri toplama ve mantık yürütme sürecini, dolayısıyla zekayı, ideali oldurmak için kullanmak gerektiğini. Bu uğurda, yeri geldiğinde pratikten kopya çekmek gerektiğini.

Bir umut, ütopya gerçekleşecek. O gerçekleştiği zaman, ufukta yeni bir tanesini göreceğiz, gözlerimizdeki ışıltı o olacak. Ona doğru yola koyulacağız.

Çünkü ütopya geleceğe ait. Bugün imkansız.

17 Ağustos 2010 Salı

Why... this...

I write only when I feel inclined to do so... No, not inclined, because I feel the urge to do so. And I post only because I feel the urge to throw it into the world regardless of who sees it or what he/she thinks about it. Why? I have no idea. The only thing I know is that these are pieces of my own private heaven on earth, enjoyed to the full when they appear. Does it really matter if they are good or not?

Yaban ile Yabancı

Kadın yüksek otların arasından adamı izliyordu. Adam derenin kıyısında, sırtı kadına dönük, çömelmiş, bir şeyler yapıyordu. Görüntüsüne bakılırsa bir yabancı. Bu yörelerde kullanılan yakasız gömlekten giymişti, ama altındaki pantolon geleneksel, ham bezden, bol pantolon değil, kalın ve koyu renk kumaştan, dar bir pantolondu. Gömleğin eteklerini pantolonun üzerine salmıştı, ama yerlilerin aksine kuşak takmamıştı. Kadın saklandığı yerden daha fazlasını göremiyordu.


Yabancı ya da yerli, herkese karşı ihtiyatlıydı zaten. Ama bir yabancının yanında yabancı şeyler olurdu, kullanabileceği nesneler. Silahlar. Kadın bir hırsız değildi, kendini bir hırsız olarak görmüyordu, ama bilirsiniz. Bulduğunuz sizindir.

Yabancının, yakına bağladığı atı hafifçe kişnedi. Kadını sezmişti. İri bir doru aygır. Güzel hayvan. Kadın atı takdirle süzdü. Hayır, diye karar verdi, bir gezginin atını almak fazla acımasız olurdu. O yalnızca kendisinde olmayan şeyleri istiyordu. Örneğin… şu, atın eyerine bağlanmış iri kılıç. Kösele kını oymalarla süslenmişti. Bir bakmaya değerdi.

At yine kişnedi ve adam dikkat kesildi. Kaybedecek zaman yoktu. Kadın otların arasından fırladı, adamla arasındaki kısa mesafeyi koşarak aştı ve tek bir akıcı hareketle adamı omzundan yakaladı, sırt üstü devirdi, karnına oturdu ve kolunu boğazına dayadı.

Sırt üstü kıstırılmış, nefes nefese kalmış adam çevresine bakınmaya, neler olduğunu kavramaya çalıştı. Ama nefes borusuna dayanmış olan kol hareketlerini engelliyordu. Kadının tehditkar bir hırlamayla gösterdiği keskin hançer de öyle.

“Sakin ol, sakin ol, güzelim,” diye hırıldadı adam.

Kadın sakin olmaktan anlamazdı. Adamın dilini de bilmiyordu. Zaten insanlarla oturup gevezelik yapma alışkanlığında değildi. Ani bir hareketle adamın gömleğinin yakasını kavradı, hançeri boğazına tuttu ve ayağa kalkmasını işaret etti.

“Buralarda bütün kadınlar bu kadar güzel ve oynaksa, daha uzağa gitmesem de olurmuş,” diye homurdandı adam, güçlükle ayağa kalkarak.

Kalkmayı başardığı zaman yüz yüze durdular ve birbirlerini süzdüler.

Adam karşısında kısa boylu, uzun kestane saçları beline kadar gelen, ince yapılı bir kadın gördü. Üzerinde kahverengi, yumuşak, deri pantolon, yakasız beyaz gömlek, yumuşak çizmeler vardı. Belindeki deri kemer ve üzerine asılmış hançer kını kıyafeti tamamlıyordu.

“O hançer senin için biraz büyük değil mi, tatlım?” diye mırıldandı yabancı.

Kadının karşısında gördüğü adam ise uzun boylu ve iri yapılıydı, açık kahverengi saçları ve yumuşak gözleri vardı. Beyaz teni güneşten kararmış görünüyordu. Ama kadının asıl dikkatini çeken, karnına bastırdığı elin üzerine kapanmak istermiş gibi görünmesi ve elinin altında, gömleğin kirli beyaz kumaşını kırmızıya boyayan ıslak lekeydi.

Kadın bakışlarını merakla kandan adamın yüzüne çevirdi.

“Yara,” dedi adam yerel dilde. Bildiği kelimeler arasında arandı. “Rehber, vur, ben… ah, neydi o sözcük,” diye ekledi kendi dilinde. “Benim, para, hırsız. Yardım?”

Kadın rehberinin saldırısına uğramış, ondan yardım isteyen adama baktı. Adamın yumuşak bakışlarında bedensel acının yansıması vardı. Yerel bir rehber ona emanet edilmiş birini yaralıyor, parasını alıyor, güvene ihanet ediyor. Adam rehberi hangi köyden bulmuştu acaba?

Çabuk çabuk konuşarak sorusunu sordu.

“Ah… hayır… ben anlamadı,” dedi adam, kesik kesik konuşarak ve elini kaldırarak. “Şimdi, bana izin verirsen,” diye devam etti kendi dilinde. “Birazcık oturmam lazım. Küçük gösterin yaramın açılmasına sebep oldu, korkarım.”

Kadını sakinleştirmek için avucunu kaldırmaya devam ederek, yavaşça yakındaki kayaya kadar geriledi ve inleyerek çöktü. Bir süre, becerebildiğince derin nefesler alarak oturdu. Kadın yerinden kıpırdamadan onu izliyordu.

Sonunda, adam başını kaldırıp ona bakabilecek kadar kendine geldiğinde, kadın hançerini kınına soktu, adama yaklaşıp yanında çömeldi ve gömleğini çekiştirerek yarayı görmek istediğini anlattı.

“Senin için çıkarırdım gömleği, güzel yüzlü, ama hareket edince canım yanıyor.” Ama yine de isteneni yaptı. Homurdanarak kanlı elini yaranın üzerinden çekti ve kadının gömleği biraz yukarı sıyırarak yarayı incelemesine izin verdi.

Bir giysiden yırtılmış görünen bir parça kumaş yaraya yapışmış, kanla sırılsıklam olmuştu ve kenarları pıhtılaşan kanla kararmıştı. Kadın bezi çekip yaradan kopardı ve adam inledi. Kadın yaraya baktı. Sığ bir yara değildi. Tedavi görmesini gerektirecek kadar derindi. Görünüşüne bakılırsa, yeniydi. Gömleğin yırtık olmaması, pantolonun kemerinin bile kan lekeli olmasına rağmen gömlekteki lekenin o kadar geniş olmaması, adamın yarayı saklamak için gömlek değiştirdiğini anlatıyordu. Akıllıca; yalnız başına yolculuk yapan yaralı bir adam haydutlar için kolay avdı. Güçlü görünmek lazımdı.

Ama yaranın yeni olması iyi, diye düşündü kadın. Yarayı dikip, işlemesini engelleyebilirdi.

Adamın acılı ifadesine baktı, sonra kalktı ve atını getirmeye gitti.

“Hey, nereye gidiyorsun?” diye inledi adam. “Beni burada yalnız bırakmayacaksın, değil mi?”

Komik adam, diye düşündü kadın. Bu kadar acı çekiyor, bunca kan kaybetmiş, ama hâlâ konuşmakta ısrar ediyor. Yabancı işte. Ne zaman çenelerini kapatacaklarını asla bilmiyorlar.

Birkaç dakika sonra kendi aygırını çekerek geri döndü. Büyük, kır donlu bir attı. Atını adamın atının yanına bağladı ve atlar hıhlayarak selamlaşırken, kadın heybesinde iğneyle, bir makara iplik buldu ve adamın yanına gitti.

“Ah hayır,” dedi adam, kadının elindekileri görünce. “Beni öyle dikemezsin.”

Kadın onu duymazdan geldi ve iğneye iplik geçirdi.

“Yani, gerçekten gerekli mi? Daha kötü yaralandığım olmuştu, ama iyileştim işte. Baygın bile değilim! Eyvah, sen ciddisin. En azından yapmadan önce kafama vurup bayıltsaydın!”

Kadına ona öyle bir bakış fırlattı ki, adam, gerekirse onun kafasına vurup bayıltacağını hissetti ve sesini kıstı.

Kadın adama bakarken, önce yarayı temizlemesinin daha iyi olup olmayacağını düşünüyordu. Eyerde sabun, yakında akan bir dere vardı. Yeterli olmalıydı. Adamın yarasının üzerine işeyemezdi herhalde, değil mi?

Adam bir parmağını kaldırdı ve yerinde doğruldu. “Dur! Bekle! Güzel, sert içkim var. En azından yarayı temizleyelim, olmaz mı?”

Kadın onun atına gitmesini, heybelerini karıştırmasını ve bir matara çıkarmasını izledi. Ah. Sert içkisi vardı, demek. Erkek işte. İçkisiz hiçbir yere gitmiyorlardı

Adam ne kadar içkisi kaldığını görmek için matarayı sallar, yarısını kafaya diker, sıvı ağzını yaktığında yüzünü buruştururken kadın eğlentiyle onu izledi. Sonra adam içkinin kalanını, yarayı, iğneyi ve ipliği temizlemesi için kadına uzattı.

Kadın adamın yarasını dikerken daha fazla sızlanma ve inleme bekliyordu. İşi bittiği zaman adam terli, bitkin yüzünü ona çevirdi ve kadın o yüzde minnet gördü.

“Teşekkür ederim,” dedi adam kendi dilinde. “O şekilde yola devam etmeye çalışmak aptalcaydı, biliyorum. Kafam yerinde değildi, sanırım.”

***

Akşam çabuk çöktü. Kadın adamı yalnız bırakmamaya karar vermişti. Oldukları yerde, dere kenarında kamp kurdu. Kadın fazla düşünmeden yabancının karnını doyurdu, rahat uyuması için yer hazırladı, üstünü örttü. Biraz ötede, kendisi için hazırladığı yere uzanırken, tuhaf, diye düşünüyordu. Genç bir kızken, kendi evinde görevi olan işlerdi bunlar. O işleri yaptığı zamanın üzerinden seneler geçmiş olmasına rağmen, alışkanlıkları geri dönmüştü.

Kadın ay ışığı altında, uyuyan adamın siluetine bakarken eski yaşamı ve şimdiki yaşamı hakkında düşündü. Daha önce, yapmaya hiç cesaret edemediği bir karşılaştırma. Şimdi, kafasına imgeler ve düşünceler doluyor, onu tercihler hakkında düşünmeye zorluyordu.

Karman çorman anılar, düşünceler arasında uykuya daldı.

Koşuyordu. Bildiği kırlardaydı, köstebek tümseklerinin üzerinden atlıyor, çalıları yarıp geçiyor, derelere dalıyordu ve koşuyordu. Yakalanmaması gerekiyordu.

Onu takip edenlerin zalim olduğunu biliyordu ve kendisi gencecik bir kızdı. Onun kaçmasına izin vermezlerdi ve bunu bilerek kaçıyordu. Onların ellerinden, onun ellerinden korkuyordu, iri ve kıllıydılar, ve köyde her gittiği yerde karşısına çıkan sarı dişli sırıtıştan, aç gözlerden öteden beri nefret etmişti, onunla her göz göze geldiğinde kendi tenini tırmaladığını hissettiği kara sakaldan nefret etmişti. Onun olmayacaktı. Bu yüzden kaçıyordu.

Babası deliye dönecekti. Yakalanırsa onu dövecek, sonra attığı dayak biter bitmez gidip yine ona, beye verecekti, çünkü onu ona vermeye söz vermişlerdi ve bir erkek verdiği sözü yerine getirirdi, özellikle de fakirse ve söz verdiği kişi bütün bu yörelerin beyiyse. Bunu biliyordu. Ama kaçıyordu.

Yumuşak ellerin yumuşak dokunuşunu tanımıştı, bir ağacın dibinde onları hissetmişti. Taze yanaklarında yeni terlemiş bıyıkların öpücüğünü hissetmişti ve gecenin karanlığında onlara karşılık vermişti. Kendi gençliğine yaslanan genç bir bedeni hissetmişti ve o hisse ait olmayı her şeyden çok istemişti. Ama bunu babasına söylediğinde dayak atmışlar, onu ahıra kapatmışlardı. Ekmeksiz ve susuz, yalnızca bir parça ip ve bir emirle. Ya kime söz verildiysen ona gidersin, ya da ipi seçersin. Öyle ya da böyle, şeref temizlenmeli. Nasıl ilmek atılır biliyordu. O kapıdan içeri girerken o ilmeği atmaya kararlıydı, ama o kadar gençti, o kadar korkuyordu ki! Ve ümit ettiğini kendi kendine bile itiraf edemediği mucize bir türlü gelmemişti. Ve o kadar yaşamla doluydu ve yaşam öyle vaatlerle doluydu ki, zihni ilmekten sonra gelecek karanlıktan ya da beyin yatağından sonra gelecek karanlıktan ürkmüştü ve bu yüzden, ahırın arka tarafında çok fazla kış görmüş, çürümeye yüz tutmuş birkaç tahta bulduğunda, titrek elleri kanayana kadar onları tırmalayıp, çekiştirip, kırmayı başardığında, kaçmıştı.

Köpek havlamaları geliyordu. Şafak ya da alacakaranlıktı, hangisi bilmiyordu ve havlamaların tepenin ardındaki bir köyden mi geldiğini, yoksa kendi hayal gücünün ürünü mü olduğundan emin değildi, çünkü korkudan öyle kendini kaybetmişti ki nerede olduğunu, ne olduğunu bilmiyordu. Öfkeli adamların bağırışını duydu, havlamalar yaklaştı ve onların dişlerinden, adamların gazabından korkarak hızlandı, kulaklarındaki kan öyle gürültüyle çağlıyordu ki kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. Dikenler bez pantolonunu yırttı, dallar gömleğini çekip yakasını açtı, taşların paraladığı ayaklarının bıraktığı kanlı izleri neredeyse hissedebiliyordu ve kaçtı.

Öfkeli bağırışlar şimdi hemen arkasındaydı, köpekler topuklarını dişlemek üzereydi, ciğerleri zorlanmaktan yanıyordu, dizleri boşanmak üzereydi ve o koşuyordu, kaçacaktı, onları geride bırakabilirdi, o… bir ok uğuldayarak karanlığı yardı… gece miydi, yoksa gözleri mi kararmıştı? Kız dikenli çalıların arasına yuvarlandı ve bir acı yumağı halinde onların bağrında yattı, gizlendi. Ve düşün içinde, düşlerde hep olduğu gibi, bildi. Genç aşkını öldürmüşlerdi. Onunla bir olduğunu öğrenmişlerdi. Şerefi temizlemek için bir kişinin daha ölmesi gerekiyordu.

Kız, tenine batan binlerce dikene, lime lime olmuş bedenine, kavrulan ciğerlerine, kasılmış, düğüm düğüm olmuş kaslarına aldırmadan yattı ve havlamaların, bağırışların yaklaşmasını dinledi. İleride ırmağın çağıltısı geliyordu ve bir an kendini onun içinde hayal etti, soğuk, kandan temizlenmiş, günahtan arınmış, suyla bir, su olmuş… ve son kalan mesafeyi de koşar, kayalardan, uçurumdan aşağı atlarsa hiç kirlenmemiş gibi temiz olacağını, kara diken sakalların ona asla ulaşamayacağını hissetti, ama tükenmişti, kıpırdayacak gücü yoktu, çünkü gücünü vurmuşlardı, öldürmüşlerdi, artık yoktu, bundan sonra koşmanın ne anlamı vardı? Bu yüzden kaçmadı.

Orada, yerinde kalma kararlılığıyla yatarken havlamalar bağırışlardan daha yakına geldi ve kız o istemese de nabzının hızlandığını, köpeklerin vahşi ağızları gözlerinin önüne geldiğinde ayaklarının seyirmeye başladığını hissetti, ama orada kalacaktı, orada kalmak istiyordu, köpek yemi olacaktı, orada kalmak zorundaydı, çünkü yapacak başka hiçbir şey yoktu, ama ilk köpek hırlayarak üzerine atıldığında kız haykırdı ve ayakları, ondan izin beklemeden, onu kaldırdı ve kız kapanan çenelerden kaçtı, ciğerlerini patlatırcasına feryat ederek kayalardan atladı, bir okun uğuldayarak geçtiğini kafatasını sıyırdığını hissetti ve başka oklar başının üzerinde uğuldarken o düştü, düştü, düştü…

***

Nefesi kesilerek doğrulup oturdu. Terden sırılsıklam olmuştu ve düşten kalan imgeler gözlerinin önünde oynaşıyordu, seneler geçtikçe daha seyrek gördüğü, ama tamamen kaybolmayan aynı düş. Ay ışığı ile aydınlanmış bir gece, köpek dişleri, kanlar içinde bir genç, açık, buz gibi soğuk sulara düşme imgeleri ve hatıraları kafasının içinde karman çorman birbirine karışmıştı ve kadın kaçarak geçirdiği senelerin korkusunu iliklerinde hissediyordu. Teri gece havasında buz kesmişti ve kadın titremesini engellemeye çalıştı.

Düşlerinden biraz daha sıyrıldığı zaman birinin ona sarılmış olduğunu hissetti. İlk önce, yerde otururken ona destek olan kolları. Sonra bir insan bedeninin sıcaklığını fark etti ve iyi hissetti. Diğer kişinin, nefesleriyle yükselip alçalan göğsü. Bu şekilde kucaklanmak, teselli edilmek öylesine doğaldı, ama aynı zamanda öylesine uzak bir anıydı ki.

Gerçek hayata dönmeye gönülsüz, başını o omza dayadı. Yanağında yumuşak bir kumaşın ve yumuşak tenin, alnında traşı geçmiş sakalların yumuşak dokunuşu vardı. Kabusun uyandırdığı duygular hâlâ kafasında canlıydı ve düşündeki kara sakalın hayali dokunuşu ile bu, yumuşak sakalın dokunuşu arasındaki farka şaştı.

Yalnızlığın acısını dindiren bu sıcaklığa sokuldu ve gözlerini kapattı. Kolların kavrayışının, onu memnunlukla kabul edermiş gibi sıkılaştığını hissetti.

Bir insanın doğal kokusunu hissetti ve biraz önce sakinleşmeye başlayan nabzının bir kez daha, tamamen farklı sebeplerden hızlandığını hissetti ve gözleri aniden açıldı, gerçek hayat zihnini doldurdu, ona böylesine teselli veren bedeni içgüdüyle dirsekledi ve ayağa fırladı.

Dikilerek, içinde, var olduğunun bile farkında olmadığı böylesine yabancı duygular uyandıran bu varlığa, bu kişiye, bu… erkeğe baktı.

O itince adam dengesini yitirmiş, toprağa oturakalmıştı. Solgun ay ışığı altında onun şaşkınlığını, yüzündeki merak ve endişe ifadesini görebiliyordu.

“Of,” dedi adam, biraz gecikmeli olarak. “Nereyi dirseklediğine dikkat et, küçükhanım. Daha birkaç saat önce orayı kendin dikmiştin.”

Kadın sözcükleri bilmiyordu. Ama adamın sesi sanki ona, çok uzun zamandır kimsenin sormadığı sorular soruyordu. Sen iyi misin? diye soruyordu yüzü. Yardım edebilir miyim? diye soruyordu yumuşak sesi.

Kadın boğazında bir yumru hissetti ve korktu. Bu adamın içinde uyandırdığı zayıflıktan korktu. Hafifçe geriledi.

Adam, kadının onun anlayamadığını hatırlayarak, yerel dilde sözcükler buldu. “Sen… yara… ben.”

Kadının sözcükleri kavraması bir an aldı. Sonra içi rahatlama duygusuyla doldu, çünkü adam onun için endişelenerek, onun zayıflığını teşhir etmemişti. Aynı sebepten, içinde bir acılık da vardı.

O acılık kadını öfkelendirdi. O acılık içinde kabardı ve kadın bağırdı.

“Bir daha bana öyle dokunma!”

Nasıl dokunma? diye merak etti bir parçası ve öfkesi daha da kabardı.

“Sakin ol, bakalım,” diye seslendi adam onun uzaklaşan sırtına. “Gecenin bir yarısı kabuslarına giren ben değilim herhalde.”

Kadının eşyalarını toplamasını, eyerine bağlamasını ve gitmeye hazırlanmasını izledi. O da, yarası yüzünden dikkatle ve yavaşça, aynısını yaptı, çünkü başka seçeneği yoktu. Şafak sökmek üzereydi ve bu deli kadının ne yaptığını bildiğini umuyordu.

***

Bir sonraki köye doğru yol alıyorlardı. Kadın yükünü orada silkelemeyi düşünüyordu. Orada bir sürü insan vardı, adama bakarlardı, şifadan anlayan birileri bulunurdu, değil mi? Bu yörelerde, bir yabancı için daha iyisini bulamazdı.

Şimdi, adamın önünde at sürer, nal seslerini, adamın zaman zaman mırıldanmasını ve inlemesini dinlerken, düşünceleri gece gördüğü düşe ve adamın kollarında uyanmasına gidiyordu. Ne kadar sıcak, ne kadar güven verici bir duyguydu. Bunca sene sonra yalnız olmamak…

Adamdan gelen bir homurtu düşüncelerini kesintiye uğrattı. Yabancının atı tökezlemiş, adamın oturduğu yerde sarsılmasına sebep olmuştu.

Yabancı ona yetişerek bir şeyler sordu, ama kadın anlamadı. Onu anlamaya çalışmak yerine süzmekteydi. Adamın elini kaldırıp gözlerini gölgelemesini, uzaklara bakmasını izledi. Adam, incelemesi bitince, yerel dilde, “Su. Gölge,” dedi.

Kadın dönüp araziyi inceledi. Alçak tepelerin arasından gördüğü yoğun ağaçlığın arasında derince bir çay aktığını biliyordu.

Kadın su tulumunu çıkarıp adama uzattı. Adam çabuk yorulmuştu, yüzü kızarmıştı, ama sıcağa rağmen fazla terlemiş görünmüyordu. Kötü bir işaret.

“Tepenin arkasında mola veririz,” dedi adama, o su tulumunu alırken. “Biraz daha dayan.” Atını yanaştırdı ve elini uzatıp adamın alnını kontrol etti. Ateşi vardı. Yara işlemeye başlamış olmalıydı.

Adam su tulumunu kaldırdı ve ılık suyu yudumlarken yüzünü buruşturdu. Kadın tulumu geri aldı, biraz içti ve geri kalanı adamın başından aşağı boca etti. Çayda doldururdu nasıl olsa.

Atlarını yeşilliğe doğru mahmuzladılar ve kadın kendi duygularını inceleme işine geri döndü. Korku, kaçma dürtüsü, açlık, soğuk, sıcak dışında hiçbir şey hissetmeden geçen yıllar. Yabanda, bir yabani hayvan gibi, kaçarak, kovalanarak geçen yıllar.

Adamın atının sırtında çökmüş, oturmasını izlerken bir anda, onu köyün içine kadar götüremeyeceğini hatırladı. Oraya yalnız başına gidebilecek kadar iyi olduğunu umdu. Ama nasıl anlatacaktı ona. Senelerdir onu avlamaya çalıştıklarını. Kafatasında, saçlarının altında, okun bıraktığı beyaz yara izini. Beyin kinini ve onun kellesine ödül koyduğunu. Onu görecekleri yerde öldüreceklerini. Ama öldürmeden önce, öldürmekten beter yapacaklarını.

“Kadın…” dedi adam, yerel dilde. Kadın dönünce devam etti. “Gölge. Dur.” Ardından, bir yakarıya çok benzeyen sözler sıraladı.

Kadın yavaşladı ve onun yetişmesini bekledi. Adamın gözlerinde acı vardı ve oturduğu yerde sallanıyordu. Kadın dönüp yeşilliğe baktı. Birkaç dakika sonra orada olacaklardı. Atını adamınkinin hızına uydurdu ve düşecek gibi olması durumunda uzanabilmek için yakında kaldı. Çaya kadar idare etmesi lazımdı.



Çayın çevresi yeşil ve gölgelikti. Kırların kızgın sıcağından sonra, cennet gibi geliyordu. Çay, üzerine sarkan söğütlerin arasında, taşların üzerinde şıkırdayarak akıyordu. Suyu dağlardan geliyordu ve buz gibiydi.

Kadın adamı sağ salim atından indirip, bir ağacın dibindeki gölgeye yerleştirdiğinde, kendisi de bitkin düşmüştü. Güneş sırtını kavurmuştu ve tek istediği serinlemek ve dinlenmekti.

Atları suya yakın dallara bağlar, eyerlerini indirirken, bu işe neden bulaştığını merak ediyordu.

Dönüp adama baktı ve, “Kılıcı için,” diye yalan söyledi kendi kendine. Yardımı karşılığında adamın kılıcını alacaktı, öyle karar vermişti. Silaha ihtiyacı vardı.

Ama adamın sıcaktan kızarmış yüzünü, kendinden geçmek üzereymiş gibi ifadesini incelerken o kadar emin olamıyordu.

İşini bitirdi. Su tulumunu çayın serin suyundan doldurdu ve yabancıya götürdü. Adam gözlerini zar zor açarak birkaç yudum içti. Hiç iyi görünmüyordu.

“Kalk bakalım,” dedi kadın. Adamı çekiştirerek yaslandığı yerden kaldırdı ve oturttu. “Biraz serinlemen lazım. Bayılırsan seni taşıyamam. Burada bırakırsam seni ben öldürdüm sanırlar. Buralarda olan her şeyi benden biliyorlar.”

Adamın anlamadığını biliyordu, ama konuşmak iyi geliyordu.

“Kaldır bakalım kollarını. Seni biraz temizleyelim. Leş gibi kokmuşsun. Biliyorum ben bu kokuyu. Can korkusunun kokusu bu. Ölümle burun buruna geldiğinde böyle terlersin. Kendimden biliyorum. Öleceğim sanmıştım. Birkaç kere. Ölümün kokusu. Yıkanıp o kokuyu atman lazım ki, iyi olasın. Zaten başını da serinletmeli…”

Yabancının başından aşağı biraz su döktü. Adam gözlerini araladı.

“Gördün mü?” diye devam etti kadın. Alışıyordu konuşmaya. Kaç senedir konuşmamıştı kimseyle. Uzaktan tehditler fırlatmak, tehditlere yanıt vermek dışında.

“Doğru düzgün yıkanabilsen iyiydi. Onu da iyileşince yaparsın artık.”

Yabancının göğsüne, omuzlarına biraz su döktü. Yüzünü yıkadı. Başını tekrar ıslattı. Adam şimdi tamamen ayılmış, onu izliyordu.

Kadın adamın yarasını gösterdi. “Yaranı temizlemek gerek. Yakmak da lazım, ama ateş yakana, demir kızdırana kadar köye varırız zaten. Ama seni köyün yakınında bırakmam lazım. Ben yaklaşamam.”

Adam onun çabuk çabuk konuşmasından hiçbir şey anlamamış, bakıyordu.

“Yaranı diyorum,” dedi kadın, parmağını yaraya uzatarak. Adam irkilerek parmaktan uzaklaştı.

“Temizlemek lazım,” diye devam etti kadın, su tulumunu kaldırarak. Adam başını iki yana salladı.

“Canın isterse. Seni yıkamaya bayılıyordum sanki.”

Tulumu ve adamın gömleğini alarak doğruldu. “En azından eceli gelmiş keçi gibi kokmanı engelleyebilirim.”

“Keçi?” dedi adam. Bildiği sözcüklerdendi.

Kadın suya dönecekken durdu. “Evet. Keçi.” Gömleği koklayacakmış gibi burnuna yaklaştırdı, sonra yüzünü buruşturarak uzaklaştırdı. “Keçi gibi kokuyorsun.”

Adamın yorgun yüzü hafif bir sırıtışla aydınlandı. “Ah! Keçi! Ben!”

Kadın gömleği çayın başında küçücük kalmış sabun parçasıyla köpürtür, çitilerken, bunu neden yaptığını düşündü yine. Ama yanıtı beğenmediği için düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Gömleği durulayıp, kuruması için bir kayanın üzerine serdi. Dönüp yabancıya baktı.

Adam başını yaslamış, gözlerini yine yummuştu.

Kadın bunu görünce çayın biraz yukarısına, birkaç söğüdün otların arasından suya sarktığı yere gitti. Biraz serinlemek ve temizlenmek ona da iyi gelecekti.

Güvenli olduğundan emin olmak için adamın yattığı yere son bir kez baktı ve soyundu. Sabunu elinde, yavaşça suya girerken, adamın bakışlarını sırtında hayal etti ve gülümsedi. Su serin ve berraktı. Dibi iri, yuvarlak taşlarla kaplıydı. Su beline gelene kadar ilerledi, sonra kendini suya bıraktı.

O sırada yabancı başını kaldırmış, çevrede kadını arıyordu. Söğüt dallarının arasında hareket sezdi ve kadının çıplak sırtının suya daldığını gördü. Sonra kadın bir adım daha attı ve görünmez oldu. Adam gülümseyerek başını arkasına yasladı ve gözlerini yumdu.

***

Tekrar yola koyulduklarında güneş inmeye başlamıştı ve ikisi de biraz daha dinç hissediyordu.

Kadının çenesi düşmüştü.

“Köye yaklaşamam, çünkü beni vururlar. Buradaki herkes bana düşman, çünkü beye varmadım ve kaçtım. Beni avlıyorlar. Peşime düşenlerden birini öldürdüm, bir sürüsünü de yaraladım. İntikam alacaklar benden. Ama bir türlü yakalayamıyorlar.

“Kaç sene oldu? Üç. Üç koca sene. Kaçtığımda gencecik kızdım. Şimdi nine gibi oldum.” Kadın güldü.

O konuştukça, adam anlarmış gibi dönüp dönüp ona bakıyordu.

Kadın dönüp ona baktı. “Hiç anlamıyorsun, değil mi? Buralarda kimse anlamıyor. Ama belki dilimi bilsen sen anlardın, hı?”

Adam soru tınısını duydu. Başını iki yana sallayarak kırık bir aksanla yanıt verdi. “Ben anlamadı.”

Kadın acı acı güldü. Bir süre sessizlik içinde at sürdüler. “Neden gitmedim ki buralardan?” dedi sonra. “Başka yer bilmiyorum da ondan. Dağda bayırda başımın çaresine bakabiliyorum. Başka diyarlarda ne yapacağımı bilemem.”

Bir sessizlik daha oldu. “Senin geldiğin yer. Güzel bir memleket mi acaba? Orada kimse bizim beyi tanımaz… Ben seni götürürüm, biliyor musun? Zaten yaralısın, tek başına yolculuk yapamazsın. Seni köye bırakırım. Yaranı temizlerler, bakarlar. Sonra da köyün dışında buluşuruz. Sen bana kendi memleketini gösterirsin, ben de buradan gitmiş olurum, hı?”

Adam omuzlarını kaldırdı.

Kadın gülümseyerek önüne döndü. Üç senedir korkudan ve karanlıktan başka bir şey hissetmemişti. Şimdi içinde aydınlık bir şeyler açılıyordu. Sıcak bir şey. Umut gibi.

***

Uzakta köy göründüğünde güneş alçak tepelerin arkasında kaybolmuş, kırları gölgesiz bir maviliğe boyamıştı. Gün boyunca güneş altında pişmek kadını da bitkin düşürmüştü. Yabancı atının üzerinde sallanıyordu.

Köye bir tepe kala, kadın atları durdurdu. “Kendin gideceksin buradan sonrasını,” dedi adama.

Adam baygın gözlerle baktı ona.

Kadın eliyle köyü gösterdi. “Az kaldı zaten. Seni bu halde görünce, şifacı kimse, ona götürürler seni. Sen bir an önce iyi olmaya bak. Ben buralarda yolunu gözlerim.”

Adam önce köye, sonra yine ona baktı. Kadın yine işaret etti. “Git!” dedi kısaca. Uzanıp yabancının atının sağrısına bir şaplak attı. Atı yerinde sıçrayarak birkaç adım atınca, adam savruldu, devrilecekmiş gibi oldu, zar zor dengesini kurdu ve dönüp, çaresiz gözlerle kadına baktı. “Yardım et,” diye mırıldandı.

Kadın da çaresiz hissediyordu. Yabancı her an eyerden yere düşebilirmiş gibi görünüyordu. Düşerse boynunu kırabilirdi. Kırmasa bile burada kimse onu görmez, kurda kuşa yem olurdu. Ama kadın bu tepeyi aşmaktan korkuyordu.

“Git!” dedi yine.

“Yardım et,” diye nefes verdi adam. Gözleri kayıyordu artık.

Kadın bir an duraksadı. Sonra kararını verdi. Atını mahmuzladı ve adama yaklaştı, atının başlığını tuttu, kendinden geçecek gibi olursa kolundan tutabileceği kadar yakınında at sürmeye başladı.

“Birkaç dakika,” dedi ona. “Seni köyün kıyısına kadar götürürüm. Biri seni görür görmez de döner kaçarım. Tamam mı? Sen orada iyi olmaya bak.”

Köyde, el ayak ortalıktan çekilmişti. Hava kararıyordu.

Kadın atları köyün en dışındaki evden bir taş atımı uzaklıkta durdurdu. Atından aşağı atladı ve adamın inmesine yardım etti. Düşmemesi için kolunun altına girdi.

Evlerin pencereleri aydınlıktı ve kadın korkuyordu. Kaçtığından beri bir köye bu kadar yaklaşmamıştı.

Adamın ağırlığı gittikçe üzerine çöküyordu.

“Hey!” diye bağırdı kadın. “Kimse yok mu? Yaralı bir yolcu var burada! Tanrı misafiri, konaklayacak yer arıyor!”

En yakındaki evin penceresinde biri belirdi, dışarıya baktı, sonra kayboldu.

Kadın ürküntüyle adamı bırakmaya çalıştı. Kaçması gerekiyordu. Ama adam ayaklarının üzerinde zor duruyordu, kadını bırakmak istemedi, kavradı. “Yardım et,” dedi yakarıyla.

Kadın onun kollarından sıyrılamadan evin kapısı açıldı birkaç kişi dışarı döküldü. Önde iri yarı iki adam ve arkada, evin kadınları, çocukları.

“Adam yaralı,” dedi kadın, kendini adamın kollarından kurtarmaya çalışarak. “Bakılması lazım.”

Yabancı yeni gelenleri görünce onlara döndü ve kolunu biraz gevşetti. Kadın ondan uzaklaşarak, dönüp kaçmaya hazırlandı.

“Yolda buldum,” diye açıkladı, ses çıkarmadan bakan adamlara. “Rehberi vurmuş, soyup kaçmış. Kendisi anlatır.”

“Bu o,” dedi adamlardan biri, kaba sesle. “Yaban.” Yanıt beklemeden, kadının karanlıkta daha önce fark etmediği yayını kaldırdı.

Yayı yabancı da gördü. Elini kaldırdı. Ezberlediği sözleri tekrarladı. “Hayır. Ben dost. Barış.”

Kadın, donakalmış olan kaslarını hareket etmeye zorladı. Bir adım geriledi. Boğazı sıkışmış, nefes almasını engelliyordu. Bir adım daha… Köylü başka uyarı vermeden rahat bir hareketle yayı kaldırdı, kirişi çekti ve oku bıraktı.

Kadın tek ses çıkarmadan geriye devrildi.

Yabancı şaşkın şaşkın dönüp ona baktı. “Hayır!” Sendeleyerek onun düştüğü yere gitti ve yanına çöktü. “Hayır.” Soru dolu bakışlarla köylülere döndü.

Kadını vuran adam onlara duyduğu ilgiyi yitirmişti bile. Diğer adama döndü. “Yarın beye haber yolla. Kadının işi bitti.” Dönüp yerde yatan kadına baktı ve yere tükürdü. “Kaltak.”

15 Ağustos 2010 Pazar

Whirlpool of Existence

It seems to me, we are living our individual existences like celesteal bodies. We are in a state of continuous dance, with our own paths,  our own gravities, and we attract each other, affect each other in various degrees. Some of us are big bodies of gravity and others dance around us, while we seem oblivious to how we change their course in life. Some of us just dance like twigs in a whirlpool. Some of us are like strong whirlpools who dance around each other, equal in strength, but still making a difference in the dance of the other.

As long as the universe is scattered with stars, as long as whirlpools are all engaged in a merry dance in the creek...

13 Ağustos 2010 Cuma

Kediler Nasıl Ortaya Çıktı

(Ya da Masallar Gerçek Olsaydı Kediler Nasıl Ortaya Çıkmış Olurdu)

Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru gözlerini açtığında kendini yeni bir bedende, yumuşak bir yatakta, sıcak ve tüylü bir yaratığın yanında buldu.

İlk düşüncesi, “Miyav!”, yani "Güzel!" oldu. Pisili gezegenindeki korkunç iktidar savaşında, tek bir kedinin bile canlı kalamayacağından korkmuştu çünkü.

Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru, Pisili’nin tek hakimiydi. Kedi Tanrı Pisili-Mav kedi ırkını o gezegene koyduğundan beri bu böyleydi ve yeniden doğum yetenekleri sayesinde, nesiller boyunca aynı kedi düzeni içinde, huzur içinde yaşayıp gitmişlerdi. Arada bir kimin kral olması gerektiği konusunda savaş ediyorlardı gerçi, ama şimdiye dek hepsini Maru kazanmıştı. Geçmiş yeniden doğumlarını yanlış saymamışsa, bu Maru’nun 75,734.bedeniydi.

“Yavruluğa bayılıyorum!” diye düşündü Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru gerinerek. Sıcak tüylü bedende, yani bu doğumundaki annesinin karnında meme ucu arandı.

Birdenbire hoyratça yattığı yerden kaldırıldı, evirilip çevirildi.

“Hiiii! Anneee, bu çok tatlı,” dedi bir kız çocuğu, şimdi eski Mısırca olduğunu bildiğimiz kadim insan dilinde.

“Neler oluyor?” diye tısladı Maru.

“Bak, tatlım, bu da çok şeker,” dedi daha pes, daha gür bir ses.

Yakından bir başka itiraz miyavlaması duyuldu.

Önceki iki sesten daha da kalın, daha da gür bir ses konuştu, “Hangisini seçecekseniz seçin. Bana sorarsanız burada birbirinden farkı olmayan dört küçük pire torbası var!”

“Anneee, bunu alalım,” diye mızıldandı en ince ses.

“Bana el sürmeye nasıl cüret edersiniz!” diye kükredi Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru, kendi dilinde. “Ben kedilerin imparatoru, Yüce Kedi Maru’yum!”

“Hayır! Maru benim!” diye kükredi yanındaki kedi yavrusu.

“Maru benim!” diye itiraz etti bir başkası.

“Hayır! Maru benim!” diye ekledi yavruların dördüncüsü.

“Hepiniz kesin sesinizi. Maru benim!” diye miyavladı anne kedi kararlı bir sesle.

İnsan ailesi küçük kızın elindeki kediyle birlikte uzaklaşırken, Maru feryat ediyordu. “Ama nasıl olur! Tahtım! İmparatorluğum! Pati ver bana, Ey Yüce Pisili-Mav!”

Heyhat! Pisili-Mav ona yardım edemezdi.

Pisili gezegenindeki en son iktidar savaşında hayatını kaybeden Maru’nun yeniden doğacak ruhu, savaşın sebep olduğu manyetik fırtınalarda boyutlar ötesi bir evrene uçmuş, dünya gezegenindeki benzer, sivri kulaklı, tüylü, uzun kuyruklu bir ırkın içine girmişti. Ve boyutlararası yolculuğun garip bir cilvesiyle, artık bu gezegende doğan her kedi aynı ruhla, Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru’nun ruhuyla doğuyordu.

Bir anlık aydınlanmayla bu gerçeği kavrayan Maru’nun gittikçe uzaklaşan sesi duyuldu. “Hayır! Olamaz! Pisili-Maaaaaaaaav…”

İşte bu yüzden gezegenimizdeki her kedi, evin ya da sokağın tek hükümdarı oymuş gibi davranır.

İşte bu yüzden kediler asla gülümsemez, çok önemli biri onlara çok kötü kazık atmış gibi devamlı surat asar.

İşte bu yüzden hep hizmet beklerler ve hep kaprislidirler.

***

Kedilerin dünya üzerinde ortaya çıkışı böyle olmadı. Ama kedileri tanıyan herkes aynı fikirdedir: aslında böyle olması gerekirdi.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Karanlığın Çocukları

Üç genç karanlık tünellerde hızla, sessizce süzüldüler. Tanıdık yerlerdi, burada dolaşmaya hakları vardı, ama yine de görülmemeye çalışıyorlardı, çünkü nereye gittiklerinin sorulmasını istemiyorlardı.

Karanlığın çocuklarıydı onlar, karanlıkta doğmuş, karanlıkta büyümüşlerdi ve onlardan önce gelenler gibi karanlıkta ölmeleri bekleniyordu. Ama onlar gençti ve karanlıkta yemeğin başına çöktüklerinde dinledikleri ışık öyküleri kafalarını dolduruyor, hayal güçlerini harekete geçiriyor, meraklarını gıdıklıyordu.

Atalarının öyküleri... mağaraların derinliklerinde, nesilden nesle aktarılmış efsaneler. Büyük Patlama. Muazzam Işık. Yeryüzünde yaşayan hemen her ırkın büyük kısmının bir anda buharlaşması. Kalanların yine de görünmez ateşlere atılmış gibi kavrulması, hastalanıp ölmesi. O zamana kadar dünyayı besleyen şeyden, ışıktan kaçan bir avuç atanın en derin mağaralara sığınması. Yaşam mücadelesi. Kıtlık. Hastalıkların ve ölümün devamı. Kalan üç beş bireyden doğanlar ve tekrar çoğalan, varlık mücadelesini kazanan, mağaraları tekrar dolduran halk.

Gündüzün olmadığı bir gecede zamanı ölçmek imkansızdı, bu yüzden günlerle, mevsimlerle değil, nesillerle takip edebiliyorlardı onu. Ama zaman da artık efsaneye dönüşmüş, hikayeleri anlatan ihtiyarların hayal gücüne kalmıştı. Bin nesil önce, diyordu bir tanesi, Büyük Patlama oldu, ama bir başkasına göre iki bindi, bir diğeri ise daha dünmüş gibi anlatıyordu. Her yüz nesilde bir kahramanlar çıkıyordu, efsanelere göre, eski günlerin özlemiyle, yeryüzünün eskisi kadar ölümcül olmadığı umuduyla yukarı çıkmayı deneyen kahramanlar. Onların çoğu geri dönmemişti, ama ışımadan etkilenecek kadar ileri gitmiş, ama yüzeye çıkmaya cesaret edemememiş, geri döndüklerinde feci kavrulmuş kahramanlar da vardı.

Gençler pek az değişiklikle sık sık anlatılan bu hikayeleri, aynı merak ve hevesle dinliyorlardı. Işıklı bir dünyanın tasvir edildiği yerlerde bir sır paylaşırcasına birbirlerini dürtüklüyorlardı. En son kahraman ne zaman gitmişti? Yüz nesil diyordu dedeler, nineler, ama daha zamanı gelmedi, Cennet Bahçe hala ölümcül, diye ekliyorlardı. Yüz nesil diyordu üç sıkı dost, artık zamanı gelmiş olmalı, ve sonra düşüncelere dalıyorlardı. En başta adını koymasalar da, ortak merakları yavaş yavaş bir plana dönüşüyordu. Çünkü ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar ışığı, o yaşam veren muhteşem kavramı, yeryüzündeki ışıklı cenneti hayal edemiyorlardı.

İşte şimdi, o meraka yenilmiş üç genç tünellerde, toprağın derinliklerinden yukarıya tırmanıyorlardı.

En kalabalık mağaralardan ve tünellerden hızla geçtiler ve tırmandılar. Kalabalık seyreldi ve onlar tırmanmaya devam ettiler. Yaşam mekanlarının çeperlerinde, gençlerin ve çocukların yolunu kaybedip tehlikeli bölgelere, yüzeye çok yakın yerlere gitmesini önlemek için nöbetçiler dolaşırdı. Onları kolaylıkla atlattılar ve tırmandılar.

Son nöbetçiyi de geçip, kimsenin dolaşmadığı tünellere geldiklerinde mola verdiler ve küt küt atan kalplerinin biraz sakinleşmesini beklediler.

"Ben o kadar emin değilim," dedi Kurr, en arkada olanı, usulca. Tünelin duvarının dibinde art arda dizilmişler, aydınlığa gittiğini bildikleri karanlık geçide bakıyorlardı.

"Korkaklık edecek zaman değil," dedi Kiri öfkeyle. "Buraya kadar geldik. Artık geri dönüş yok!" Sesindeki hafif titreme, arkadaşının onun kendi korkusunu, kendi tereddüdünü dile getirmesine öfkelendiğini düşündürüyordu.

"Yeryüzüne en son yüz nesil önce çıkmayı denediler," dedi üçüncüsü ve en önde duranı, Kara. Gözleri tünelin kıvrıldığı yerdeydi ve ileri atılmamak için kendini zor tutuyormuş gibiydi. "Biz yeryüzünü göreceğiz. Işığın ne olduğunu göreceğiz. Sonra geri gelip buradakilere anlatacağız. Artık aydınlıkta yaşayacağız. Hava, su, yiyecek, hepsi bol olacak."

"Bilemezsin," dedi Kiri hüzünle.

Bir an durup, öylesine imkansız gelen cennet yeryüzünü hayal ettiler. Kafalarının içindeki imgelerde bol besin, bol su vardı, ama ışık yoktu.

Sessizlik ve kıpırtısızlık için daha fazla bahane kalmayınca Kara, "Gidelim," dedi kısaca. Yanıt beklemeden, sık adımlarla yürümeye başladı. Diğer ikisi gönülsüzce takip etti. Korkuyorlardı. Korkularının haklı olduğunu biliyorlardı. Ama sıkışık, karanlık mağaralarda yaşamak zor geliyordu artık. Herşeyden çok umut istiyorlardı. Işık umudu.

Geldiklerinden daha fazla yol gittiler. Karanlık hala mutlaktı ve açılmayı reddediyordu. Hiç bu kadar yürümemişlerdi. Yorulmaya başlamışlardı ve umut beklentisi içlerinde bir burukluğa dönüşmek üzereydi.

Gençlerin ikisi pes etmeyi düşünmeye başlamışlardı, ama Kara'nın iradesi onları ileriye sürüklüyordu. İç burkuntusu bir yumruk kadar büyüdüğü anda karanlığın rengi açılmaya başladı.

"Gözlerim!" diye sızlandı Kiri. Kurr durmuş, gözlerini sıkı sıkı yumarak yere çökmüştü.

Kara kamaşan gözlerindeki acıya aldırmadı. "Bulduk!" dedi zaferle. "Işık bu! Yeryüzüne geliyoruz!"

Onlar orada oyalanırken, gözleri milyon yılların alışkanlığını hatırladı. Gözleri açık renk karanlığa alıştı. Işık değildi bu henüz, yalnızca onun habercisiydi ve tünelde, şimdi daha yavaşça ilerlerken bunu keşfettiler. Açık renk karanlık bir süre sonra yerini loşluğa bıraktı. Zamanla tünel, atalarının ışık olarak bildiği şeyin duvarlardaki yansımasıyla yavaş yavaş aydınlandı.

Sonunda bir köşe döndüler ve ileride bir ışık patlaması gördüler.

"İşte!"

"Bulduk!"

"Sonunda!"

Birbirlerini kutladılar heyecanla. Kiri'nin aklına, hala kavrulmamış oldukları geldi. Işığı bulmuşlardı ve hala yaşıyorlardı. "Tehlike geçmiş olmalı," dedi Kara. "Bunu öğrenen ilk biz olduk. Işık haberini biz vereceğiz." Hissettiği gururla kabarmıştı.

Gözlerinin tünel ağzındaki aydınlığa alışması daha uzun sürdü, çünkü bu gerçek ışıktı. Üç gencin de içi korku ve evhamla doluydu. Bilinmeyen, bir koşu uzaktaydı. Hayallerini süsleyen dünya. Kabustan farksız efsanelerde anlatılan dünya. Yeryüzü.

"Daha fazla beklemenin anlamı yok," dedi Kara. Çöktükleri yerden kalktılar. Yeni, aydınlık dünyaya doğru ilk adımlarını attılar.

***

Kayalık arazide güçlükle büyümeyi başarmış cevizin dalındaki karga olgun bir ceviz kopardı, yere attı ve peşinden uçtu. Cevizi biraz dürtükledi. Çatlamıştı, ama iyice kırılmamıştı. Belki bir deneme daha...

Cevizi gagasına almış, tekrar kanatlanmaya hazırlanırken keskin kulakları ayaklarının altındaki kayada tıpırtılar yakaladı. Karga başını yana eğerek dikkat kesildi. Tıpırtılar yaklaşıyordu.

Karga başını öne eğerek kaya yüzeyini inceledi. O bakarken, kaya yüzeyinde, biraz aşağıda, daha önce fark etmediği bir çatlakta iki anten belirdi. Karga hevesle cevizi yere bıraktı, sessizce çatlağa doğru iki adım attı, iyice eğildi ve bekledi.

İki antenin bağlı olduğu baş ortaya çıktı. Sonra uzun, siyah, kın kanatlı bir gövde. Hamamböceği temiz havada duraksadı, derin bir nefes aldı ve tam "Işı...!" derken karga uzanıp onu kapıverdi. Hamamböceği daha fazla ses çıkaramadan karganın midesini boyladı.

Karga yeniden eğildi ve bekledi. Gözleri kamaşmış bir hamamböceği daha dışarı çıktı ve çevresine bakındı. Arkadaşının nereye kaybolduğunu merak etmeye zaman bulamadı. Karga üçüncüsünün çatlaktan çıkmasını beklemedi. İkinciyi yutar yutmaz çatlağa yaklaştı, gagasını içeri soktu ve üçüncüyü yakalayıp çekti.

Bir süre çatlağın başında oyalanarak, daha fazla böcek bekledi. Böcekten umudunu kesince kanat çırparak keyifle gakladı, cevizini düştüğü yerden aldı ve yeniden ceviz ağacına uçtu.

6 Ağustos 2010 Cuma

Gelişigüzel Cennet Parçaları

Kafanın içine bin tilki doluşmuş, bininin de kuyruğu birbirine dolaşmışken bir işe başlarsın. Başladığın anda içine bir huzur çöker. Sıcak sabahın seyrek, serin esintilerini hissetmeye başlarsın. Arada aldığın bir yudum çay zevke dönüşür. Sonra bir bakmışsın bin tilkinin kuyrukları çözülmüş, kendi köşelerinde kaşınıp durmaktalar ve sen bir yaz sabahı, yaptığın işi sevmenin keyfini çıkarmaktasın. Kayalık kıraç topraklara serpiştirilmiş küçük cennet parçaları. Keyfini sürmeyeceksen hiç yolculuğa çıkma. :)