“The real world is where the monsters are.”
― Rick Riordan, The Lightning Thief
Ufaklıklar miyavlıyordu. Kedi de öyle. Dün akşamdan
buzdolabında yalnızca birkaç kızarmış tavuk kanadı, pörsümüş bir domates ve bir
salatalık kalmıştı. Domatesle salatalığı benden başka kimsenin yemeye razı
olmayacağını düşünsek bile, birkaç kızarmış tavuk kanadını üç küçük çocuk ve bir
büyük kedi arasında nasıl paylaştıracağımı bilemiyordum, çünkü hepsi ancak bir
çocuk doyururdu.
Perdeyi aralayarak dışarı baktım. Gençten bir adam
hızlı hızlı yürüyerek geçiyordu. Muhtemelen bakkala doğru. Güzelim bahar
havasına rağmen sokakta başka kimse yoktu. Uzun zamandır dışarı çıkmaktan
korkuyorduk zaten, ama yine de bu kadar güzel bir güneşin cesaretlendirdiği
bir, iki kişinin riski göze alabileceğini düşünüyordum. Güneş ışığında bir şey
var, içgüdülerimizi canlandırıyor, açık havada olma, bir şeyler yapma dürtümüzü
tetikliyor.
Apartmanın önünde bitmiş taze çimenlere baktım.
Belki pişirebileceğim bir demet ebegümeci, bir tutam semizotu bulabilir miydim?
Isırgana bile razıydım, çocuklar tadını diğerleri kadar sevmiyordu, ama
açlıklarını biraz dindirirdi. Ama hayır, çimenlerin arasında yalnızca başka
çimenler vardı.
“Anne,” dedi en büyüğü. Ayda. Yedi yaşında. Tombul
yanaklı olduğunu söylemek isterdim, ama söyleyemem. Beş yaşından beri doğru
düzgün yemek yemedi.
Ona döndüm. “Tavuk kalmıştı…” dedi Ayda, yalvaran
gözlerle bakarak.
“Tavuuuuk…” dedi Arda. O da beş yaşında. Uzun ince
bir çocuk, ama zayıflıktan mı öyle görünüyor, yoksa genetik mi, bilmiyorum.
Babası da uzun ve inceydi.
İki yaşındaki Ayaz bana tutunarak kalktı,
bacaklarıma sarıldı. “Anne!” Çocukların bu yaşta daha güçlü olması gerekmiyor
muydu? Ayaz yaşına göre ufak tefek. Besinsizlikten. Aslında üçüncü çocuk istemiyorduk.
“Tatlım,” dedim Ayda’ya, “o kadar tavuk hepinize
yetmez. Dur bir dolaplara bakayım, yine.”
“Yok,” dedi Ayda kısaca. Haklıydı. Mutfak dolapları,
çekmeceleri boştu. Belki bir avuç pirinç. Aslında biraz süt olsa, onunla süt
çorbası yapabilirdim.
Riske girmeye değer miydi? Hava kararmadan dışarı
çıkmak…
“Tavuuuk,” dedi Arda yine. Gözlerindeki yaşı görünce
yüreğim yandı. Bacaklarıma tutunmakta olan Ayaz pat diye poposunun üzerine
oturdu. Tekrar kalkamayacak kadar zayıf…
Daha önce de yapmıştım. Neden şimdi yapamayacaktım
ki?
Tekrar sokağa, iki yana baktım. Herhangi bir hareket
işareti aradım. Kulak kabarttım, ama kuşların cıvıltısından başka ses yoktu.
Ayda’ya döndüm. Önünde diz çöktüm ve omuzlarını
tuttum. “Bak tatlım. Şimdi size tavuk kanatlarını çıkaracağım, tamam mı? Mutfak
masasında güzel güzel kemirin onları. Kediye de bir parça ver istersen, yoksa
masaya çıkar, sizin yemeğinizi çalar. Ben koşa koşa bakkala gidip geleceğim.”
“Ama daha gündüz?” dedi Ayda. Her zaman kısa ve öz
konuşurdu. Beş yaşından beri. Eskiden bıcır bıcırdı.
“Biliyorum, tatlım, ama bakkala gitmem lazım.”
“Ama Kâbus?” dedi Ayda korkuyla.
“Merak etme, bir şey olmaz.” Ona sarıldım ve öptüm.
“Zaten üç sokak ötede. Ama senden kardeşlerine göz kulak olmanı istiyorum. Herkes
kurallara uysun. Kimsenin boğazına tavuk kemiği kaçmasın.”
“Paramız var mı?”
Bu da bir başka sorundu. Kâbuslar ortaya çıktığından
beri ekonomi çökmüştü, gündüz çalışamıyorduk, iş azdı, para daha da azdı.
Çocuklarımın babası da ortadan kaybolunca…
“Var tatlım. Zaten yalnızca ekmek, süt ve yumurta
alacağım. Bol bol yeter.”
Ayda vicdan azabıyla boynunu büktü. “Ben yalnızca
tavuk istemiştim. Şimdi gitme anne! Geceye kadar dayanabiliriz!”
Bir an kararsızlık içinde Arda ve Ayaz’a baktım.
Çocuklarım gözlerimin önünde eriyip gidiyordu. Bir an içim telaşla doldu.
Onları beslemem lazımdı. Onları beslemek benim görevimdi! Neden daha fazla çaba
göstermemiştim? Neden bu gün yetecek kadar yiyecek edinmemiştim? Kötü bir
anneydim ben. Başarısız bir anne. Çocuklarına bakmayı bile beceremeyen korkak,
tembel, aptal bir anne.
Hemen yiyecek bulmazsam ikisi de bu gün içinde
öleceklermiş gibi hissettim. Beynimde alan birkaç mantık hücresi düşüncelerimin
mantıksız olduğunu biliyordu, ama içgüdülerim beynimin geri kalanını ele
geçirmişti. Kalbim sıkışıyordu, kafam şişmiş, patlamak üzereydi. Harekete
geçmek zorundaydım, yoksa çıldıracaktım.
“Ben şimdi hazırlanıp çıkıyorum, Ayda. Kuralları
biliyorsun, değil mi?”
“Ama anne…” dedi Ayda, ağlamaklı.
“Ama mama yok. Kuralları biliyorsun. Söyle.”
“Perdeleri açmak yasak.”
“Evet?”
“Sen gelmezsen aşağı kattaki Ayşe Teyze’ye
gideceğim.” Devam etmedi.
“Evet? Başka?”
“İstemiyorum!” diye itiraz etti.
“Ayda, bu önemli. Kuralları bildiğinden emin
olmazsam dışarı çıkamam.”
Ayda boynunu büktü yine. “Ayşe Teyze gece bizi
dedemin evine götürecek.”
“İşte bu. Aferin. Eğer dedeye giderseniz, çok uslu
duracaksınız ve ev işlerine yardım edeceksiniz. Dede çok yaşlı, üçünüze birden
bakamaz. Neden gelip burada kalmadığını anlamıyorum ya. İnatçı keçi. Of, neyse.
Kardeşlerine sen bakacaksın. Tamam mı?”
“Tamam,” dedi Ayda başını kaldırmadan. Çenesinden
tutup, yüzünü kendime çevirdim. Bir damla yaş yanağından süzüldü.
“Bu kadar korkmana gerek yok. Daha önce de dışarı
çıktım.”
“Ama…!”
“Bir şey olmaz.” Zorla gülümsedim. “Birazdan
görüşürüz. Hadi bakalım, topla kardeşlerini, mutfağa. Marş marş!”
Apartmanın kapısının içindeki gölgede durup
dışarıya, iki yanıma dikkatle baktım. Deminki adam geri dönüyordu. Beni fark
etti ve dik dik baktı.
Ona aldırmadım. Sokağa çıkmak tehlikeli olabilirdi,
ama kendisi de yapmıştı, değil mi? Bu bir ölüm kalım meselesiydi.
Sokağa adım attım, tekrar iki yanıma, çevredeki
apartmanların üstünden görebildiklerime baktım, karşıya geçtim ve gölgelerde
kalmaya özen göstererek hızlı hızlı yürümeye başladım.
Birkaç apartman sonra bir perdenin kıpırdadığını,
sonra aralandığını gördüm.
Yaşlı bir kadın. “Kızım!” diye sessizce bağırmaya
çalıştı. Nasıl olacaksa.
Duymazdan geldim. Durup onu dinlemeyi göze
alamazdım. Bir an önce gidip gelmeliydim.
“Kızım, ne olur bana da bir paket makarna al. Biraz
da yumurta. Bak, parasını veririm!”
Dönmeden yürümeye devam ettim, ama yüreğim
burkulmuştu. Evde kapalı kalmış, bir aç kadın daha. Kim bilir ailesine ne oldu.
“Kızım, dünden beri açım, ne olur!” diye yalvarıyordu
yaşlı kadın arkamdan.
Boğazıma bir yumru oturdu. Dönmedim, ama o
kadıncağız için de bir şeyler alıp, kapısının önüne bırakmaya karar verdim.
Kendi inip alabilirdi. O kadarcık riske de girsin.
Acımasızlık mı ettiğimi, belki de yaşlı kadının bir
kat merdiven inemeyecek kadar aciz olduğunu düşünerek bir sonraki sokak köşesine
geldim. Sokağı geçmek için kaldırımdan inmiştim ki kafama dank etti.
Yaşlı kadını düşünürken köşede durup, çevreyi
kolaçan etmek aklıma gelmemişti.
Şansımın bu sefer de yaver gideceğini umarak önce
sağa, sonra sola baktım… oradaydı. Sokağın ortasında dikiliyordu, bir apartmana
dönmüştü, ama başını yana çevirmiş, bana bakıyordu.
Yüreğim güm güm atarak hemen gölgeye çekildim ve
kıpırdamadan durdum. Belki görmemişti? Belki yalnızca benden tarafa bakıyordu? Bana
değil.
Nefes almaya korkarak izlemeye başladım ve bir
yandan da o kafasını aksi yöne çevirir çevirmez – çevirirse – kaçmaya hazırlandım.
Metal kabuğu güneşte parlıyordu. Kırmızı, petek
gözleri ifadesiz, ama korkutucuydu. Ayaklarının üzerinde doğrulmuş, pençelerini
oynatarak bana bakarken, diz ve dirsek hizasındaki diskler yalnızca süsmüş gibi
görünüyordu. Ama Kâbus’un bir anda o disklerin üzerine düştüğünü ve bir yarış
arabası hızıyla sokakta akıp geçtiğini pencereden defalarca izlemiştim. Beş
senedir, gündüz vakti dışarı çıkmayı göze aldığım birkaç seferin birinde de,
son anda sığındığım kapı aralığından.
Yaratık boynunu uzatarak, sanki daha iyi görmeye
çalıştı. Alnının kenarında bir ışık çaktı.
Fotoğrafımı çekti, diye düşündüm. Gülesim geldi. Bu
zamanda fotoğrafımı çekmek en işine yarayacaksa…
Altı sene öncesinin olağanüstü buluşuydu bu Kâbus.
Polis gücünün yerini alacak Yapay Zekâ sahibi devriye robotları. Polis arabası
gibi tekerlekli. Ayakları üzerinde yürüyebiliyor, dolayısıyla hareketleri
yollarla sınırlı değil. Pençeleri, neredeyse bir insanınki kadar çevik ve
becerikli. İnternete bağlanıp veri tabanı taraması yapabiliyor. Polis gücü
intraneti aracılığı ile an be an veri paylaşımı yapabiliyor. Fotoğraf çekerek
delil elde edebiliyor. Biyolojik veri tahlili için mini laboratuarlar da
eklemeyi düşünüyorlardı. Ne de olsa sırf kasası üç metreydi ve işlev modülleri
değiştirilebiliyordu. Yüzyılın icadı. Artık polisin insanlara özgü kusurlarına,
önyargılarına, hatalarına yer yok. Kamu düzeni yalnızca kurallara göre hareket
eden, tarafsız, adil bir güç tarafından sağlanacak.
Kâbus boynunu uzatarak dinozor gibi böğürdü.
Evet, bir de ses efekti vardı. Suçluların içine
dehşet salmak için. Jurassic Park’ın robot versiyonu gibi… Durum o kadar
korkunç olmasa, komikti, aslında.
Gece dışarı çıkabiliyorduk, çünkü çağımızın kusursuz
polis robotu güneş enerjisiyle çalışıyordu. Ve her birine yüz milyon dolarlar
ödenen bu yüzlerce robotun enerji teknolojisi mükemmelleştirilemediğinden –
muhalefet, ödenen paranın bir kısmının birilerinin cebine gittiğini ve bu
yüzden güneş pillerinin ucuz versiyonunun kullanıldığını iddia etmişti -- bu
cüsseyi hareket ettiren güneş pili hava karardıktan sonra yalnızca iki saat
dayanıyordu.
Elbette ilk akla gelen, madem gece çalışmıyor, o
zaman saldırıp, bu korkunç şeyleri durdursanıza. Akla gelebilir, çünkü bu
yaratıklara kesinlikle zarar veremediğimizi söylemedim henüz. Gece durunca insanlar
buldozerlerle saldırıyorlar, örneğin, malzemeye zarar veremeseler de itip
kakıyorlar. Sonra ne oluyor? Ertesi sabah güneş doğduğunda yaratık böcek gibi
tepetaklak yattığı yerden doğruluyor ve sonra gidip bulabildiği bütün
buldozerleri yok ediyor. Yalnızca saldırıya uğrayan robot da değil. Her yerdeki
bütün robotlar buldozerlere ve buldozere benzeyen her şeye saldırıyor.
Yavaşça gerileyerek, köşedeki binanın beni
perdelemesine izin verdim ve uzanarak, bahçe çalılarının arasından gözetledim.
Eğer dönüp giderse yine de bakkala gidebilirdim. Sahibi, bakkalın bir üst
katında yaşıyordu ve çevrede devriye yoksa, gündüz gelenlere de satış
yapıyordu.
Robot hâlâ benden tarafa bakıyordu. Kahretsin!
Arkama bir göz attım ve beni hedef almaya karar verirse ne yapacağıma karar
vermeye çalıştım. Köşesine saklandığım apartmanın kapı aralığı derindi, oraya
saklanabilirdim. Hiç kıpırdamadan durursam…
Robota dönerek, kaç saniyede tekerleklerinin üzerine
düşeceğini, kaç saniyede köşeye varacağını tahmin etmeye çalıştım. Bir saniyede
tekerleklerinin üzerine düşse, durduğu yerden hızlanması ve köşeye varması için
de 3-4 saniye… Benim arkama dönüp koşmaya başlamam bir saniye, bahçe kapısı
açık, o zaman kapı aralığına varmam üç saniye falan…
Aniden gözetlediğim sokakta bir hareketlilik oldu, robotun
kafası şak diye önüne döndü ve ağzından bir alev fışkırdı. Beynimin
gördüklerimi işlemesi biraz zaman aldı. Ben onu ilk gördüğümde robot birini
kıstırmış olmalıydı. Ben dikkatini çekince kıstırdığı kişi kaçmaya çalışmıştı.
Ama robotun silahları vardı.
Evet. Silahlar. Asfaltta akarcasına giden, bacakları
sayesinde her yere tırmanabilen, binaların pencerelerini, duvarlarını yumruklayıp
içeri uzanma yeteneğine sahip bir makinenin, bir de ağzında lav silahı,
kollarında otomatik tüfekler, tutukluları plastik folyoyla sarmalayıp etkisiz
hale getirmek için kullandığı bir plastik püskürteci ve kalabalık dağıtmak için
kırbaçları vardı. Sıradan bir günde, yalnızca onlardan kaçınmak için çabalayan,
devamlı yaratığın çevikliği ve hızı hakkında endişelenen birinin unuttuğu, ama
hatırlasa iyi edeceği şeyler. Gövdesinde tutuklama hücreleri olduğunu söylemiş
miydim? Çok önemli suçluları anında gözaltına almak için kullanılan, tabut
büyüklüğünde minik hücreler. Beş sene önce en son, bu modüller hücre olarak mı
kalmalı, yoksa hücreler çıkartılıp, robotlara kanat eklemek için mi
kullanılmalı konusu tartışılıyordu. “Barış için toplum düzeni. Suçluların Kâbusu!”
Slogan buydu. Robot devriyeleri halka reklam etmek için kullandıkları slogan.
Ama sonra bir şey olmuştu. YZ yazılımına virüs
girdiğini savunmuştu o zamanki hükümet. Uzmanlar, yazılım altyordamlarının
çelişki içerdiğini ve bir noktada, robotlardan biri bir işlevi yerine
getirirken bu çelişkiye denk geldiğini ve bunun bütün yazılımı bozduğunu,
yozlaştırdığını iddia etmişti.
Ben, şahsen, neye inanacağımı bilemiyordum.
Teknoloji bilgim çoktan eskimişti ve artık neyin nasıl çalıştığını bilmiyordum.
Tek bildiğim, yazılımdaki yozluğun intranet aracılığıyla bütün robotlara
yayıldığı ve artık gündüz sokağa çıkmanın, en ufak gürültü yapmanın, gece bile
olsa birkaç insanın bir araya toplanmasının “güvenlik riski” sayıldığı idi.
Devriye robotları en şiddetli şekilde tepki veriyordu bunlara. Ve kimse ne
yapacağını, sorunu nasıl çözeceğini, bu kâbustan nasıl kurtulacağımızı
bilmiyordu, çünkü artık bir toplum önderimiz bile yoktu. Robotlar bozulur
bozulmaz ilk yok ettikleri yerlerden biri Meclis olmuştu. İçindekilerle
birlikte.
Bütün bunlar aklımdan geçerken, robot lav silahıyla
kavurduğu zavallıyı elinde evirip çeviriyordu. Bir sebepten, onu kavurmanın
yeterli olmadığına, bir de gözaltına alması gerektiğine karar verdi. Başını
eğerek gövdesindeki bir kapağı açtı. İçinden, ayrıntılarını görmediğim için çok
memnun olduğum bir şey çıkardı, kenara fırlattı ve kavrulmuş cesedi onun yerine
tıktı. Kapağı kapattı.
Ne olur, Tanrım,
beni unutmuş olsun! Korkuyorum, ama çocuklarımın aç kalmasından da korkuyorum!
Bu kâbus bitene kadar yaşatmalıyım onları! Ölürsek o günleri göremeyiz! Ne
olur, Tanrım!
Ben nefes almaktan korkarak izlerken robot dalgın
dalgın kafasını kaldırdı, ne yapacağına karar veremiyormuş gibi sokağın iki
yanına baktı. Tam ben derin bir nefes alacakken başını yine aniden bana çevirdi.
Petek gözlerin beni en son gördüğü yere odaklandığını hissettim. Robot aniden
böğürerek kendini öne atıp, tekerleklerinin üzerine düşünce istemsizce
haykırdım ve elimi ağzıma kapattım.
Bir an sonra apartmanın kapı aralığındaki
gölgedeydim, robotun geleceği yöndeki köşeye sıkışmış, daha da küçülmeye
çalışıyordum. Ufak tefek ve zayıf olmanın bazı avantajları var.
Ben gölgenin dışına çıkan bir tarafım olup
olmadığını görmeye çalışırken göz ucuyla robotun sokağın başında belirdiğini
gördüm. Yerimde dondum, nefesimi tuttum ve bekledim. Sakın kıpırdama… ses
çıkarma.
Dönüp, robotun ne yaptığına bakmak istiyordum, ama kıpırdayamazdım.
Doğrudan bakamazdım. Hani, bir kalabalıkta, birinin size baktığını fark
edersiniz ya… Ya o da benim bakışlarımı fark ederse?
Robot yavaşça ilerledi. Sokağa düşen gölgesi büyüdü.
Adım adım, görüş alanıma girdi.
Hadi. Biraz
daha. Yürü ve geç, git. Kaybet beni. Burada bakacak bir şey yok. Uzaklaş.
Robotun başını hafifçe kaldırdığını, iki yana
döndüğünü gördüm. Koku arayan bir köpek gibi. Koku alamıyor, değil mi? Bundan
hiç bahsetmemişlerdi. Burnu yok ki… ama burun gibi görünen bir şeye ihtiyacı
yok, o bir robot, tek gereken kimyasal eleme yapabilen bir aparat ya da…
Benim kokumu bilemez, çok uzaktaydım. Ama ya biraz
önce durduğum yerde kokum kalmışsa? Ya havadaki kokuyu alabiliyorsa? Av
köpekleri gibi? Ya bize söylemedikleri özellikleri de varsa? Ya kendileri yeni
özellikler geliştirebiliyorsa? Ya…?
Kafamdan bu çılgınca, ürkütücü düşünceler geçerken
karşı apartmanın üst katında perdenin kıpırdadığını gördüm. Canavar oraya
odaklandı.
Ah. Koku değil. Yalnızca göz. Hâlâ, yalnızca göz.
Robot, perdesi kıpırdayan evin güvenlik riski
oluşturmayacağına karar vermiş olmalı ki, yine önüne döndü.
Hâlâ beni arıyordu!
Bunca zamandır (kaç dakika olmuştu?) nefes
almadığımı fark ettim. Ciğerlerim sıkışıyordu. Hemen şimdi nefes almazsam biraz
sonra patlayacaktım. Bu da ses çıkaracaktı. Bu da canavarın dikkatini çekecekti...
Ağzımı açtım ve kendimi yavaş olmaya zorlayarak
nefes verdim. Ciğerlerimi hemen doldurmam için haykıran bedenimin dürtülerini
bastırarak, çok yavaşça, derin bir nefes aldım. Süper. İşte böyle. Nefes ver.
Yavaş. Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Nefes ver. Nefes al.
Bu işi başardığım kanısı dikkatimi dağıtmış
olmalıydı, büyük hata, çünkü son nefesimin sonunda ıyyk diye bir ses çıktı. Kahretsin!
Robot başını aniden bana çevirdi.
Sokakta hantal adımlarla döner, bana yönelirken
bütün ayrıntılar iğrenç bir keskinlikle duyularımı dolduruyordu. Asfaltı ezen
kauçuk tabanlı ayaklarının rap-rapları, yağlanmamış eklemlerinin kirli
gıcırtısı, metal kabuğundan yansıyarak çevre binalara düşen güneş ışınları,
kırmızı petek gözlerindeki ışıltılar, ama en çok da koku, bölmelerinde
sakladığı kim bilir kaç cesedin, kim bilir kaç haftalık, kaç aylık leş kokusu.
Bir adım yaklaştı. Bir adım daha. Bir adım…
Ağzım çığlık atmak için açıldı, ama ciğerlerim
sıkışmıştı, ses çıkmıyordu. Dönüp kapıyı yumruklamak, kırmak, içeri girmek,
hiçbir şey olmasa kaçmak, son ana kadar kaçmak istedim, ama bedenim donmuş,
kıpırdamayı reddediyordum. Beynim gözlerimin önündeki manzarayı görüyor,
sesleri duyuyordu, ama artık onlara ekleyebileceğim bir düşünce süreci yoktu,
her şey içgüdüsel, her şey ilkeldi ve canavarın yüzünün yaklaştığını,
yaklaştığını, yaklaştığını gördüm.
Şangır!
Kırılma sesi büyüyü bozdu ve ben bir anda
içgüdülerimin esaretinden kurtulup dünyaya geri döndüm, canavar gürültüye
baktı.
Şangır! Sonra çalınan tencere ya da tavanın metalik
sesi. Güneşli, soğuk havanın temizliğinde yersiz kaçan cılız bam, bamlar… ama o
ölüm anının bozmaya yetmişti. Robot beni unutup o tarafa yürümeye başladı, ben
hemen kapı aralığından çıktım, binanın aksi yönüne süzüldüm, kaçmam lazımdı,
ama kaçamadım, neler olduğunu görmek zorundaydım, kimin robotun dikkatini
çektiğini, beni kurtardığını, kimin o kadar cesur olduğunu bilmem lazımdı.
Köşeden uzanıp baktım.
Robot sokakta yürümeye başlayınca ses aniden
kesildi. Gövdesi perdelediği için pek bir şey göremiyordum, ama sonra gidip,
bir apartmanın önünde durunca ve birinci kattaki daireye dönünce anladım. Yaşlı
kadının dairesi! Mesafe yüzünden emin olamasam da, sokakta saksıya benzer bir
şeyin kahverengi, kırık parçaları yatıyordu. Perde aralıktı, son anda içeri
kaçmış ve kapatmaya zaman bulamamış gibi.
Robot başını eğerek pencereleri süzdü, aralıktan
içeri baktı, sonra kolunu kaldırdı.
Tarratatata…
Daireyi boylu boyunca taradı. Sıva ve cam parçaları
uçuştu, perdeler sallandı.
Bir daha. Tarratatata…
Verdiği zararı incelerken bir şey dikkatini çekmiş
olmalı ki, robot aniden başını aksi yöne çevirdi, dikkatle baktı, sonra o yönde
uzaklaşmaya başladı.
Köşeden uzanıp, nereye gittiğini görmeye çalıştım.
Ne olur bizim apartmana doğru dönmesin. Çocuklar perdeye yaklaşmaz! Ayda akıllıdır,
kardeşlerini kontrol eder. Ne olur kedi perdelerle oynamaya karar vermesin…
Robot sokağın köşesine vardı ve bizim tarafa değil,
diğer tarafa döndü.
Aniden ciğerlerimdeki bütün hava boşaldı, dizlerim
tutmaz oldu, olduğum yere çökerek derin derin nefes aldım.
Ben gözyaşlarımı tutmaya çalışırken, robotun
taradığı dairede hareketlilik oldu. Yaşlı kadın balkona çıktı, önce robotun
uzaklaştığı tarafa, sonra bana doğru baktı. Yaşıyor! Yaşıyor! Benim hayatımı
kurtardı ve hâlâ yaşıyor!
O kadına taşıyabildiğim her şeyi götürecektim. Bize
birkaç gün yetecek erzaka ek olarak taşıyabildiğim her şeyi!
Kadının, çevreyi kolaçan ettikten sonra balkonda
durup benden yana bakmakta ısrar ettiğini, içeri saklanmadığını fark ettim.
Aptal kadın! Hâlâ beni arıyor!
Ellerimi yere dayayarak, titreye titreye doğruldum.
Dizlerim hâlâ boşanmaya çalışıyordu, ama apartman bahçesinin kapısına yürümeyi
başardım. Başka devriye olması ihtimaline karşı çevreye bakınarak kaldırıma
çıktım. Gölgede kalmaya özen göstererek yaşlı kadına el salladım. O da el
sallayarak karşılık verdi.
İçeri gir, işareti yaptım. Anladı mı, yoksa zaten
içeri mi girecekti bilmiyorum, ama sonunda aklını başına devşirdi ve balkon
kapısında kayboldu.
Aptal kadın, diye yineledim içimden, bu sefer
gülümseyerek. Aptal, aptal, cesur kadın!
Deliler gibi çevreme bakınmaya devam ederek, gölgeden
gölgeye süzülerek bakkala doğru yola koyuldum.
Bugün çocukların karnı doyacaktı. Bugün o yaşlı kadının
bir kızı daha olmuştu. Bugün kâbus bir kez atlatılmıştı. Yarın, temiz, parlak,
sarı güneş yine doğacaktı.