Nasıl sıkıntılı bir 2010 oldu, anlatılır gibi değil. Yeni siyasi dalgalara binip, yükseldikçe yükselenlerden değilseniz, her gün canınızı daha da sıkan bir sürü şeyler karşılaşıyorsunuz. Oturup anlatacak değilim, listelemeyi düşünürken bile içim sıkılıyor...
... da, bir tane hayat var elimizde, günler teker teker, tıkır tıkır geçip gidiyor ve o bir tanecik hayat da gün be gün bitiyor işte. Değer mi her günü elimizde olmayan olaylar hakkında dertlenerek, değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz insanları değiştiremediğimiz için sıkılarak geçirmeye?
Daha üniversitedeyken bir aydınlanma yaşamıştım. Dalga geçmeye gerek yok, benim aydınlanmam bu kadar olur: Eğer, diye düşünüyordum, bir parça zekam olduğunu düşünüyorsam, bunu kendi mutluluğum için kullanamaz mıyım? Zaman içinde mutluluk diye adlandırdığım şeyin temelinin, benim için, iç huzuru olduğunu kavradım. Bu da aydınlanmanın ikinci aşaması, diyelim. O günden sonra hayatımı bana iç huzuru verecek bir düzene oturtmaya çalıştım, hala da çalışıyorum. Ve sonunda, bir tarihte karar verdim, hala uygulamayı öğrenme aşamasındayım: hayatımdaki olayları etkileme gücü olan ne varsa yapmak: çalışmak, bilgilenmek, oy vermek, görüş bildirmek... ama ondan sonra bütün zorunlulukları bir kenara koyup, hayatın kendisini yaşamak, ondan ne kadar keyif çıkartabiliyorsam çıkartmak. Bu da aydınlanmanın üçüncü aşaması. Biraz keçiboynuzu çiğnemeye benziyor, ama keçiboynuzunu da severim.
Çünkü, diye başa bağlayayım, bir tanecik ömrüm var. Mavi gökyüzünü kaç kere göreceğim, ılık güneş ışığını kaç kere yüzümde hissedeceğim, kedi patisinin yumuşaklığını kaç kere hissedeceğim, sevdiklerimin yüzüne kaç kere mutlu bir gülümseme verebileceğim, kaç kere yeni bir deneyim yaşayacağım?
Ben kendi özel mutluluk tarzımı zaman içinde keşfettim. Bizim kültürümüzde mutluluk öğretilen bir şey değil. Nasıl haz alacağımızı öğreniyoruz bir şekilde, ama mutluluğu nasıl üreteceğimizi, nasıl arayacağımızı değil. Kırk yaşıma gelmişim, ancak öğrendiğimi hissetmeye başlamışım.
Sonra kendimden dönüp kalabalığa bakıyorum ve bir sürü mutsuz yüzlü insan görüyorum. Ne kadar karamsar, ne kadar keyifsiz olduğumuzun farkında mıyız acaba? Kaçımız bundan çıkmanın bir yolunu aramayı biliyoruz?
Sonuç: kendi mutluluğumuzu tanımlayıp, hayatımızda oluşturma yeteneğinden yoksun olduğumuzu düşünüyorum. Bahsettiğim çok para kazanmanın, popüler olmanın, çılgınlar gibi eğlenmenin dışında bir şey, çünkü mutluluğun bunlar olduğunu düşünenler var, ancak elde edince aslında o olmadığı kavranıyor ve hayal kırıklığına uğranıyor.
Çocukluktan itibaren öğretilmesi gerekirdi yöntemin. Herkesin mutluluğunun ayrı olduğu, herkesin kendi adına ne olduğuna karar verip, kendi adına gerçekleştirmeye çalışacağı. Hayatın mutluluğa giden bir yol olduğu ve o yolun en sonuna kadar hiç bitmediği, ereğin yolun kendisi olduğu. Haz ile mutluluk arasındaki fark.
Çocuklarımıza mutlu olmayı öğretmiyoruz. Zengin olmayı, nüfuzlu olmayı, popüler olmayı öğretmeye çalışıyoruz ve bu yüzden, nasıl büyürlerse büyüsünler, mutsuzluktan kaçmaya çalışarak yaşayan yetişkinler oluyorlar.
Ben, kendimce, bu aydınlanmayı yaşadım. Kendi çocuğuma mutlu olmayı öğretmeye çalışacağım. Ne kadar becerebileceğim belirsiz, ama en azından denediğimi söyleyebileceğim...
Mutluluğun resmini çizebilirsin, Abidin, çünkü o minicik ayrıntılarda apaçık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder