23 Eylül 2010 Perşembe

Cinnet Şehrinde Bir Parça Huzur Ararken...

Sene 2000: Ev Kültür Dergisi'nde Yayınlanmıştı...

Hergün kent hayatının kaosunda birbirinin aynı, içsıkıcı, karamsar hayatlar yaşıyoruz.

Hergün kıymetli saatlerimiz trafikte harcanıp gidiyor. Sıkış tepiş otobüslerde, yıkanmayı zul addeden birinin koltuk altında ulaşmaya çalışıyoruz işimize. Allah gibi korktuğumuz minibüs şoförünü sinirlendirmeden inip biniyoruz minibüse ve kısa mesafe olduğu halde bizi arabasından indirmediği için şükran duyuyoruz taksi şoförüne.

Ekonominin kötü gidişi yüzünden hergün daha az satış yapıyoruz, daha az kazanıyoruz. Patronumuz, hükümetin verdiği memur zamlarını bahane ederek reel enflasyonun altında zamlar veriyor. Üstelik de, bunu kendi arabasını piyasanın en pahalı arabasıyla değiştirdikten, milyon dolarlık yeni evine taşındıktan sonra, hem de yüzü kızarmadan yapıyor. Ve müşterimiz enflasyona rağmen her ay fiyat kırıyor. Ama onlarla yüzleşemiyoruz, çünkü bizi işten atacak, malı başka yerden alacak güç onda ve yeni iş, yeni müşteri bulacak güç bizde yok. Onun için her ay daha da geciken maaşlarımızı, ödemelerimizi aldıktan sonra duyduğumuz ferahlama duygusuyla her seferinde, içimizden küfürler yağdırarak da olsa, gülümsüyoruz patronumuza veya müşterimize.

İnsanlar birbirine gittikçe daha az tahammül gösteriyor. Birlikte rakı masasına oturabileceğimiz beyefendinin içinden zorba bir kent hıyarı çıkıyor trafikte ve altındaki 88 model şahinle veya 2001 model ciple arabamızın önüne atlıyor. Uyarmaya kalktığımızda ise arasından inip üzerimize yürüyor. Evrim sürecini tamamlamamış bu adamın belindeki, muhtemelen ruhsatsız silaha bakarak, bu adama karşı kendimi korumak için yasal bir silah almaya kalksam başıma neler gelir acaba, diye düşünüyoruz. Biraz ileride bir taksi ile bir otomobil çarpışıyor ve taksici elinde levyeyle dışarı fırlıyor. Buna karşın diğer şoför gidip bagajından baltasını alıyor. Trafik ilerlediği için üzerimize yürüyen adamla birbirimizi unutuyoruz ve ilerlemeye başlıyoruz. Birbirine saldıran adamların yanından geçerken iyice yavaşlayıp arabaların hasar durumunu, adamların psikolojilerini değerlendirmeyi ve yorumlamayı ihmal etmiyoruz ama; ondan sonra gazlıyoruz ileride açılan trafikte.

Asgari ücretin aylık net 102 milyon olarak duyurulduğu bir ortamda, çocuğunun yemesi gereken yumurta ile içmesi gereken sütün parasını otomobil taksidi olarak yatırıyor babası. Bu arada minibüsle eve gelirken cep telefonundan eşi arıyor ve eve üç ekmek alması gerektiğini söylüyor, şehriye çorbasıyla ıspanak yemeğini yanına katık yapmak için. Karısı şikayet etmiyor, çünkü o da temizliğe gidip kazandığı parayla gazeteden arkorok yemek takımı ve longvey bavul seti biriktirmektedir. Güne gelen misafirlerine rezil olmayacaktır böylece ve tatile, köye gidecekleri zaman hazır olacaktır bavulları.

Bütün algılarımız bu mantık ötesi, gerçek dışı dünyayla dolu halde eve geliyoruz akşam ve boğazımızda büyüyen bir düğümle akşam haberlerini dinliyoruz. Peşinden onca süre koştuğumuz, peşimizden onca süre koşan sevgili eşimize bir gülümseme bahşedecek enerjimiz olmadan. En fazla onbeş dakika süren yemeğimizden sonra koltuğumuza yerleşip futbol maçı veya yerli dizi veya yabancı film, artık keyfimiz neyi istiyorsa onunla akşamımızı bitirmeye, yarını beklemeye hazırlanıyoruz.

Evimizde hala gerçek olan, mantıklı ve keyifli birşeylerin varlığını unutuyoruz çoğu zaman. Kızımız evlenirken, kedimiz yaşlılıktan ölüverdiğinde, evimizi taşımadan hemen önce kafamıza dank ediveriyor. Bütün bu zaman boyunca, ayrılırken gözümüze yaşlar dolmasına sebep olan, hayatımızın bu kıymetli parçasıyla yaşayıp giderken biz neredeydik acaba? Yıllar boyunca beraberliğin keyfini çıkarmayı biz unuttuğumuza göre, çıkaran kimdi? Fotoğraf albümümüzü çıkarıp bakıyoruz. Ve kendimizi o fotoğrafların içinde buluyoruz hep. Hatırlıyoruz, demek ki oradaydık.

İşte, doğana kadar dokuz doğurduğumuz oğlumuz veya kızımız. Şu anda kaç yaşında olursa olsun ilk gülücüğü, ilk agusu, kahkahası, ilk adımı hala içimizi titretmiyor mu hatırlarken? Şu yaşında, yaptığı şeylerin yüzde seksenini yanlış bulurken, okulda aldığı iyi bir not, o çok yakışan gömleğiyle ne kadar yakışıklı göründüğü, güzelliğiyle okulun bütün erkeklerinin başını döndürmesi bizi gururlandırmıyor mu? Dünya üzerinde yaşadığı seneler boyunca çocuklarımızın bize verdiği keyif dakikaları sayılabilir mi?
Daha bebekken verdiği keyfi bilerek yaşamayı becerebildik mi acaba? Şu anda verdiği keyfi yaşamayı becerebiliyor muyuz?

Veya kedimiz, köpeğimiz, muhabbet kuşumuz, kanaryamız. Anlık bir kararla edinmiştik onu. Evde köpek beslemeye oldum olası karşı olduğumuz halde. Uzun zaman, onun satıldığı yerin önünden geçerken, orada satılan hayvanların sevimli yüzlerine bakarken, onlarla beraber yaşamanın vereceği keyifler değil, içerdiği zahmetler aklımıza gelmişti. "Her gün gezdirmek gerekir şimdi onu. Ya evi batırırsa?"

"Bütün evi kedi kokutacak. Hem Ayşe Hanımların kedisi bütün kanepeleri tırmalayıp mahfetmiş." "İşin yoksa kafes temizle, yere saçılan yemleri süpür. Üstelik sevilmez, ele gelmez."

Sonra bir gün geçerken O'nu görmüştük. Yüzümüze bakmıştı. Daha yavruydu o zaman ve bakışları çaresizliği, yalnızlığı, korkuyu yansıtmıştı. Daha ne yaptığımızı düşünmeden, elimizde onunla eve giderken bulmuştuk kendimizi. O an ki tatmin duygusu hala içimizde değil mi? Onu her gün gezdirirken ya da çiş kutusunu değiştirirken, dağıttığı yemleri süpürürken, verdiği zahmeti kaç kere düşündük, keyfi kaç kere? Dışarıdaki dünyanın bütün olumsuzlukları o kucağımızdayken aklımızdan uçup gitmedi mi?
Veya evimiz, çiçeğimiz, yeni aldığımız açılır kapanır kanepe. Kimimiz daha öğrenci iken kavuşmuştu ilk evine, kimimiz evlendikten sonra. Her durumda, ilk mobilyamızı alırken ne garip hisetmiştik kendimizi. Öğrenci evine aldığımız, içinde uyuyacağımız yatağın fiyatı en önemliydi bizim için, çünkü ailemizin bize ayırdığı bütçe küçüktü. İlk kanepemizi ikinci el almıştık da, renginin uyumsuz, oturmasının rahatsız olması hiç önemli gelmemişti.

Ama evlenirken kurduğumuz eve ne kadar önem vermiştik! Çünkü artık "düzgün bir aile evimiz" olmalıydı. Hem, zaten ailelerimiz mobilyalarımıza daha çok para harcıyordu. Bu yüzden, daha sonra farketmiştik, ilk "düzgün" evimiz bizim zevkimizden çok ailelerimizin zevkini yansıtmıştı. E, şimdi kullandığımız her biri farklı renkte koltuklar ile, kendi boyadığımız sehpalarımızı o zaman satın almaya kalksak ne çok "büyük tavsiyesi" dinlerdik! Kendi zevkimiz eve yavaş yavaş yerleşmişti, mobilya çarşılarında, bit pazarlarında, evde ahşap boyayarak geçirdiğimiz haftasonları sonucunda. Sonra, benjamini doğru yere yerleştirmek için kaç kere yer değiştirmiştik. Salondaki renk uyumunu sağlamak için ne çok mobilyacı, kumaşçı gezmiş, ne çok boya karışımı denemiştik! En son moda metalik sehpanın fiyatını öğrendiğimizde dudağımız uçuklamıştı da, mahalledeki mobilyacıya yemek masasıyla aynı renkte yaptırdığımız sehpayı boyamıştık, bir kutu boya masrafına. Hele açılır kanepe? Bu sene çıkan kumaşların desenleri ne kadar hoştu da, hangisini seçeceğimize bir türlü karar verememiştik. Açılma mekanizmasının bu kadar kolay kullanılması, teknolojinin bu şekilde işlerimizi kolaylaştırması nasıl hoşumuza gitmişti. Ya satıcının, sözleşmeyi hazırlarken, garanti belgesinin içerdiği servisleri ve kolaylıkları açıklaması?

Belki caddede tepemize çıkan adam bizi adamdan saymıyordu, ama en azından birşey satın alırken bizi adamdan sayacak bir satıcıyı seçme özgürlüğümüz vardı. Belki devlet, vergilerimizi yol, su elektrik olarak geri döndürmesi gerektiğini unutmuştu da yolsuzluk, batık bankalar, yiyici müteahhitler olarak geri döndürüyordu, ama şu mağazada ödediğimiz paranın her kuruşunun karşılığını alıyorduk. Bizi kandırmaya çalışan satıcının artık yüzüne bile bakmıyorduk.

Şimdi, salonumuza göz gezdirirken gördüklerimiz keyiflendiriyordu bizi. Çünkü bizi keyiflendiren hemen her şey gibi, evimiz de artık bizim yaratttığımız, geliştirdiğimiz bir şeydi. Yaratıp büyüttüğümüz çocuğumuz, büyütüp eğittiğimiz köpeğimiz, yetiştirdiğimiz çiçeğimiz gibi; kendimiz için kendi yarattığımız evimiz. Ne şanslıydık ki, "güzelin", "keyiflinin" tek boyutta tanımlanmadığı, modanın yalnızca bize yeni alternatifler sunduğu bir dönemde yaşıyorduk. Koltuklarımızı basmayla da kaplasak, birinci sınıf deriyle de, yalnızca bizim keyfimizdi önemli olan, ve bakınca bize keyif verip vermesiydi.

Böylece dışarıdaki mantık ötesi, gerçek dışı dünyadan evimize sığındığımızda, en kötü kabuslarımızı - trafiği, patronu, ekonomiyi, müşteriyi - unutup kendi keyiflerimizi yaşama olanağımız oluyordu. Eşimize duyduğumuz aşkı, oğlumuzu kuvözde ilk görüşümüzü, köpeğimizin yalvaran gözlerle ilk bakışını, öğrenci evimize ilk taşınışımızı hatırlama olanağımız oluyordu. Ve, her ne kadar yaşamın, kendini devam ettirmek dışında bir anlamı olmadığını bilsek de, bizim bulunduğumuz katkılar ve yaptığımız yaratılar ile, yaşamaya değdiğini hissetme olanağımız oluyordu. Ve sonuç olarak, gerilim altında geçen bir günün sonunda keyifli geçen birkaç saatimiz.

Tabii farkına varacak enerji bulabilirsek. Ve sonra maç, film, dizi bitiyor. Kızımızın odasının ışığı hala yanıyor. Biz onun ders çalışıyor olduğunu varsaysak da, sevgilisiyle telefonda konuştuğunu biliyor içimizde bir şey. Bugünlük aldırmıyoruz. Eşimiz oturduğu koltukta uyuyakalmış. Uyandırıp, artık yatmak gerektiğini söylüyoruz. Yatak odasına geçerken kedimiz de bizimle geliyor, eşimizin yastığı ile kendi yastığımız arasına kıvrılıp, mırıldanarak uyumak için. Yanından geçerken benjaminin yapraklarının uçlarının sarardığını farkediyoruz ve yarın sabah sulamayı unutmamayı not ediyoruz aklımızın kenarına.

Sabah kalkar kalkmaz televizyonu açıyoruz ve kahvaltımızı haber dinleyerek yapıyoruz. İlk haber, kötü giden ekonominin düzeltilmesi için konan vergiler hakkında.

Hergün kazandığımızdan daha çoğu elimizden alınıyor vergi olarak. Hergün daha az adamdan sayılıyoruz...

14 Eylül 2010 Salı

Copy-paste generation...

We have a saying. The Turk has novel ideas either on escape or in the toilet. Not strictly necessary, though, it just means we find creative ideas in the most unlikely situations. And it is true, too, I had written my little kiddy stories while ironing. Great time for creative thinking, ironing. Another is while tossing and turning in bed, trying to fall asleep.

This is what occured to me last night, under similar conditions. No, not in the bathroom. Trying to sleep, I mean.

When I was a student, if we were given research homework, that meant we would find an encyclopedia, find the related topic, find the related paragraphs and copy those, in as a neat handwriting as possible, to our notebook or better, on a clean sheet of paper. It didn't involve much research. The skills that would develop were to know the alphabet enough to enable you to find the related artice, read and, well, write neatly, at least that was the hope. I doubt those essays were ever read by the teacher, but that wasn't the aim, anyway. The hope was that bits and pieces of information would be left in the student's mind while reading and copying. It wasn't about different aspects of view, or the student's digesting the information to come up with her own ideas. It was about learning what's there.

These days research finds you lots of information. The kids turn on the computer, open a web browser, find a search engine, type in key words, and copy and paste whatever there is. It is possible to find more, but experience tells me that students click on any likely looking page and are content with it.

I cannot honestly claim that research taught more in the past. But with this new era, reading what you are submitting as homework has vanished. The students aren't, even, involved enough to write down what they are graded for. Almost no effort involved, other than clicking.

The result is, to my thinking, and I may very well be wrong, as this is a blog post, not an essay based on surveys, that children stop processing the information that passes through their hands and minds. And even when they do, they donot try to communicate that processed form to others. Because, processing information within the brain is different than putting it into a form that will convey meaning to others. Processing information in a reasonable way is an acquired skill. Communication is an acquired skill.

This, in turn, makes them consumers in the world of thinking. They read books, but don't think about writing. They watch films, but don't dream about making. They play games, but don't think about designing.

This is also about how big and complicated the created products have become. So big and complicated that, the child, with her limited abilities, is sure of failure even when she's interested.

And this is about how small scaled, local creative production has been crushed under the giant, global, commercial enterprises.

And this, in turn, is about the new world order that turns us into the vassals of the new conglomerate lords.

Too bad you cannot take one little problem independently and solve it. Everything looks tied up in a tight ball.

We know the answer is 42. But how to turn the answer into a workable solution?

11 Eylül 2010 Cumartesi

Ben kültüründen şikayetim var...

Kabul. Odak toplumken ve birey onu oluşturan bir parça olmak dışında pek bir anlam taşımazken, uyulması gereken, birey olarak bizi gözardı eden bir sürü kural vardı ve o kuralların bazıları pek can sıkıcıydı. Kabul, hayatımızı yaşarken başkalarının doğruları yerine kendi doğrularımızı rehber almak çok daha iyi geliyor bize, özgür hissettiriyor.

Ama bunun da bir sınırı yok mu? Sonuçta tek başımıza, ıssızlığın ortasında yaşamıyoruz. Ne kadar birey odaklı olursak olalım yine şehirlerin ortasındayız. Yine kalabalıklarla birlikteyiz ve kim ne derse desin, hala bir toplumuz.

Birey odaklı toplumun huzur içinde bir arada yaşayabilmesi için gerekenler de sır değil. Kurallar konmuş, hatta yasalara yazılmış.

(1) Başkasının bireysel sınırını aşmayacaksın. Senin alanına müdahale etmediği sürece, onun özel hayatında ne yaptığına karışmayacaksın.

(2) Birlikte bir arada bulunduğun mekanlarda diğerlerinin haklarına saygı göstereceksin.

Bu kadar. Çok basit. Ama uygulamada imkansız.

Son on senedir bir "ben kültürü" oluştu ülkede. Herkes, her konuda, yalnızca kendi fikirlerinin, kendi yaşam tarzının, kendi uygulamalarının geçerli olduğunu hissediyor ve başka herkesten de buna uymasını talep ediyor. Aynısına inanmasını bile değil. O, özel kişiye uymasını.

Trafik kurallarına uymuyor, ama bir başkası onun haklarını ihlal ettiğinde sövüp sayıyor.

Gürültü yapıyor, ama komşusu gürültü yaptığında kavga çıkarıyor.

Sokağı kirletiyor, ama biri kendi kapısının önüne bir şey attığında kızıyor.

Benim yaşam tarzıma karışma diyor, ama başkasının yaşam tarzına karışıyor.

Evet, çok saçma. Ve her bir özel durum için de kurallar, kanunlar var, ama kimin umurunda.

Doğrusu  isyan halindeyim. Trafikteki saygısızlardan da sıkıldım, sokakta pislik görmekten de sıkıldım, içkiye, askılı tişörte laf edilmesinden, soya sopa laf sokuşturulmasından ise illallah geldi.

İki kampanya başlatmak isterdim. Bir, "Dingonun Ahırı Mı Burası, Toplum İçinde Yaşamayı Bilmiyorsan Git Dağda Tek Başına Yaşa" kampanyası. Bir de, "Sana Ne! Sana Neeee!" kampanyası.

Ben kültüründen sıkıldım. Biz Bir Arada Yaşamayı Biliyoruz kültürü istiyorum.