30 Aralık 2010 Perşembe

Çocuklarımıza mutlu olmayı öğretiyor muyuz?

Nasıl sıkıntılı bir 2010 oldu, anlatılır gibi değil. Yeni siyasi dalgalara binip, yükseldikçe yükselenlerden değilseniz, her gün canınızı daha da sıkan bir sürü şeyler karşılaşıyorsunuz. Oturup anlatacak değilim, listelemeyi düşünürken bile içim sıkılıyor...

... da, bir tane hayat var elimizde, günler teker teker, tıkır tıkır geçip gidiyor ve o bir tanecik hayat da gün be gün bitiyor işte. Değer mi her günü elimizde olmayan olaylar hakkında dertlenerek, değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz insanları değiştiremediğimiz için sıkılarak geçirmeye?

Daha üniversitedeyken bir aydınlanma yaşamıştım. Dalga geçmeye gerek yok, benim aydınlanmam bu kadar olur: Eğer, diye düşünüyordum, bir parça zekam olduğunu düşünüyorsam, bunu kendi mutluluğum için kullanamaz mıyım? Zaman içinde mutluluk diye adlandırdığım şeyin temelinin, benim için, iç huzuru olduğunu kavradım. Bu da aydınlanmanın ikinci aşaması, diyelim. O günden sonra hayatımı bana iç huzuru verecek bir düzene oturtmaya çalıştım, hala da çalışıyorum. Ve sonunda, bir tarihte karar verdim, hala uygulamayı öğrenme aşamasındayım: hayatımdaki olayları etkileme gücü olan ne varsa yapmak: çalışmak, bilgilenmek, oy vermek, görüş bildirmek... ama ondan sonra bütün zorunlulukları bir kenara koyup, hayatın kendisini yaşamak, ondan ne kadar keyif çıkartabiliyorsam çıkartmak. Bu da aydınlanmanın üçüncü aşaması. Biraz keçiboynuzu çiğnemeye benziyor, ama keçiboynuzunu da severim.

Çünkü, diye başa bağlayayım, bir tanecik ömrüm var. Mavi gökyüzünü kaç kere göreceğim, ılık güneş ışığını kaç kere yüzümde hissedeceğim, kedi patisinin yumuşaklığını kaç kere hissedeceğim, sevdiklerimin yüzüne kaç kere mutlu bir gülümseme verebileceğim, kaç kere yeni bir deneyim yaşayacağım?

Ben kendi özel mutluluk tarzımı zaman içinde keşfettim. Bizim kültürümüzde mutluluk öğretilen bir şey değil. Nasıl haz alacağımızı öğreniyoruz bir şekilde, ama mutluluğu nasıl üreteceğimizi, nasıl arayacağımızı değil. Kırk yaşıma gelmişim, ancak öğrendiğimi hissetmeye başlamışım.

Sonra kendimden dönüp kalabalığa bakıyorum ve bir sürü mutsuz yüzlü insan görüyorum. Ne kadar karamsar, ne kadar keyifsiz olduğumuzun farkında mıyız acaba? Kaçımız bundan çıkmanın bir yolunu aramayı biliyoruz?

Sonuç: kendi mutluluğumuzu tanımlayıp, hayatımızda oluşturma yeteneğinden yoksun olduğumuzu düşünüyorum. Bahsettiğim çok para kazanmanın, popüler olmanın, çılgınlar gibi eğlenmenin dışında bir şey, çünkü mutluluğun bunlar olduğunu düşünenler var, ancak elde edince aslında o olmadığı kavranıyor ve hayal kırıklığına uğranıyor.

Çocukluktan itibaren öğretilmesi gerekirdi yöntemin. Herkesin mutluluğunun ayrı olduğu, herkesin kendi adına ne olduğuna karar verip, kendi adına gerçekleştirmeye çalışacağı. Hayatın mutluluğa giden bir yol olduğu ve o yolun en sonuna kadar hiç bitmediği, ereğin yolun kendisi olduğu. Haz ile mutluluk arasındaki fark.

Çocuklarımıza mutlu olmayı öğretmiyoruz. Zengin olmayı, nüfuzlu olmayı, popüler olmayı öğretmeye çalışıyoruz ve bu yüzden, nasıl büyürlerse büyüsünler, mutsuzluktan kaçmaya çalışarak yaşayan yetişkinler oluyorlar.

Ben, kendimce, bu aydınlanmayı yaşadım. Kendi çocuğuma mutlu olmayı öğretmeye çalışacağım. Ne kadar becerebileceğim belirsiz, ama en azından denediğimi söyleyebileceğim...

Mutluluğun resmini çizebilirsin, Abidin, çünkü o minicik ayrıntılarda apaçık.

29 Aralık 2010 Çarşamba

What a system does...

When winning an election becomes more important than getting work done... I think that's when the system we call a demoracy is in trouble.

When the voter votes for privileges for someone other than himself. I think that's when the system we call a democracy becomes a travesty.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Balance

I have come to the conclusion that we are all about duality. We are as big as we think we are AND also no more important than an ant. We are unique and the like of "me" won't come to this earth again AND we are just like any other human being. We want to be individuals free of the constraints of the physical and the social AND we want to be a harmonious part of the whole of nature and society. We are manic AND we are depressive. When we are balanced in the middle of all the extremes, oscillating slightly, we are "normal" and we are happy. When the oscillation escapes to the extremes, we are regarded abnormal and we feel unhappy. That's why life is about a few fireworks and lots of sparkles.

16 Aralık 2010 Perşembe

Languages

There are relationships between languages that have yet been undefined. I have been tracing the voyage of the Indo-European languages through Anatolia for some time, but when I was translating Sigurd and Gudrun, and related commentaries by Tolkien Sr.and Jr, I started to find evidence of relationships between Turkish and old Norse, old German, middle English through the relationship, I believe, between Huns and Goths. And what more probable relationship between them, the old neighbors, ancient foes and rarely friends. It would be the folly of us to think they lived in two isolated spheres, not affecting each other culturally at all, these two barbarian hordes rubbing shoulders and clashing arms all the time. It would be the folly of us to be convinced that one is the exalted race of the elves, while the other is the base orcs, when their pagan beliefs were similar, their alphabets were similar, their life styles were similar. It is a rift, this enmity, so old, so worked into the cultural consciousnesses that the effects prevail after more than a thousand years. It is my belief that the current prejudice and racism in the psyche of the Goth-begotten-European has its roots in the enmity against the Turkic-begotten-Anatolia. Too sad that popular culture in the form of Tolkien tales and popular politics in the form of scare-them-to-beguile-them still enforce the same enmity.

Someone has to go the other way to read the cultural and linguistic relationships between peoples. One way other than the prevalent Indo-European route.

10 Aralık 2010 Cuma

Unseemly southern winds that have lasted improperly long affect my mood in a very unbecoming manner. At least that's I'd like to believe. The whole sky sinks down, squats on one's mood, suffocating the perception of life and colour. It is bright and sunny from the window. It is one mean monster of a mood-killer when you're not on the alert.

I don't want to be like this. I want to keep on enjoying my morning tea with a few pages of newpaper, a book that I like, the sunlight in the sky, the meep of a Drape Dragon, a few witticisms exchanged... all little things that give sparkle to an otherwise monotonous life. I believe in a few fireworks in life, but lots of sparkles.

Just saw an ad about getting rid of your addiction (the subject matter was smoking) by therapy. Would it help if we saw pessimism as an addiction and try to get rid of the addiction than be happy with wallowing in it? Hmmm.


Random random random. Give me my sparkles is what I'm trying to say.
 
A few days after I wrote the above, the sky did fall down this morning and the bear in me is content hybernating at home.

14 Ekim 2010 Perşembe

Mutsuz olduk hepimiz...

Çünkü bize mutlu hayaller vermiyorlar artık. Evet. Bence bu. Yalnızca bu.

Öteden beri eski Yeşilçam filmlerini severim. Toplumsal mesajlı olup da, bu zamanda bile hayırla anılanlardan bahsetmiyorum. Benim sevdiklerim diğer türlü olanlar. Hani fakir kız-zengin oğlanlı, zengin kız-fakir oğlanlı olanlar. Hani illa ki başta bir kıvılcımlanma, bir kavga, sonra mutlaka bir kötü adam ya da kadının sebep olduğu bir yanlış anlama ya da anlaşmazlık olan, sonunda herşeyin tatlıya bağlandığı filmler.

Sonunun tatlı bitmesi de değil yalnızca. Baş kadının ve baş erkeğin yanındaki eş dost akraba da ayrı sevilesiydi. Tonton amcalar vardı Nubar Terziyan'ın kimliğinde. Polis müdürleri, zengin babalar tatlı sertti, tıpkı Hulusi Kentmen gibi, ve sonunda mutlaka şefkatli tarafları ortaya çıkardı. Dindar teyzeler, dindar amcalar altın kalpli, hoşgörülü ve yumuşaktı, size merhametten ve iyi niyetli öğütlerden başka bir şey vermezdi. Kızı bir hata yapmış, gayrımeşru bir çocuk doğurmuş olsa bile babalar karalar bağlar, ama yine de kızına sahip çıkardı Münir Özkul gibi. Çılgın, komik annelerin tek istedikleri çocuklarının mutluluğuydu, Adile Naşit kimliğinde.

Seviyorduk hepsini. Böyle bir ailenin ortasında sevildiğimizi, kabullenildiğimizi hissediyorduk, çünkü hep iyi insanlarla çevriliydik. Biz Hülya Koçyiğitler, Türkan Şoraylar, Tarık Akanlar, Ediz Hunlar, bu sevginin ve hoşgörünün ortasında, eninde sonunda mutlu oluyorduk.

Ama ne yazık ki bu kadar mutluluğu bize çok gördüler.

Artık polis müdürleri bize hortumla girişiyor, üniversite önlerinde tekme tokat dayak atıyor. Zengin amcalar vicdanlarının olduğu yeri tamamen unuttular ve tek istedikleri bir bez parçasını bizim gözlerimizin üzerine çekip, biz görmezken ihalelerle ceplerini doldurmak. Dindar teyzeler, dindar amcalar bizi cehennemle korkutuyor, bizi örtüyor, kendi amaçları uğruna nefer olarak kullanıyor. Babalar, ağabeyler namus uğruna bizi öldürüyor. Bu durumda biz, baş kadın ve baş erkek oyunculara da Fatmagül'le birlikte tecavüze uğramak, Fatmagül'e tecavüz etmek kalıyor.

Eski filmler yalnızca düş satmıyordu bize. Aynı zamanda roller biçiyordu. Töre cinayetlerinde, baskı, zulüm ve istismarda rol almaktan bıktık. Eski düşlerimizi istiyoruz.

1 Ekim 2010 Cuma

Why the diamond ring?

One of the things that never cease to amaze me is the meaning given to diamond rings. I understand the appeal of gemtones and gold. Gemstones glitter and we like glitter. Gold is jewelry that is also a financial tool. But no other gemstone, no gold is endowed with the same meaning that a diamond ring carries.

A diamond ring isn't about glitter or its financial value. Well, it is, but you don't find women buying them as financial security. No woman plans to sell a diamond ring. As for its glitter, we are living in the age of glitter. In the ages when we were living in a world of supressed tones, of mud houses, of drab clothes, of drab lifestyle, glitter was eye catching and therefore glitter was valuable. Since then, the humankind has been able to make so many materials glitter. It doesn't have to be expensive to be shiny today. Everybody can have shiny. But the appeal of diamond rings continue, in a way to supercede wealth and class division. Almost every woman seems to want one. The less-than-wealthy, with tiny stones. The wealthy, with the-bigger-the-better stones.

But why?

As in most subjects, I was left outside the ebb and flow of the trendy about diamond rings. Diamond rings didn't have a presence in our cultural consciousness when I was growing up. It was as alien as Indians and the Cowboys on tv. For us, everything a diamond ring is made to represent between a woman and a man, it was represented by a simple gold band.

Then came an age when it entered the "markets", heavily advertised as the gift to give to your girlfriend, fiancé, wife or mother. No other gift could measure up to the diamond ring, we were told. You had to give it or you didn't love that woman enough. You had to receive it or you weren't loved enough.

That is, beyond the glitter and the finance, a diamond ring loses me.

I listen as my friends describe how they acquired their diamond rings... through their significant ones, of course. Rings are flashed and their stories are told. One confesses to buying her own ring and telling her family that it was her fiancé's gift, because otherwise the family wouldn't think well of him. Another one wonders why he won't buy her a big one, because, you know, he has enough money and it IS a diamond ring, so why doesn't he? And I listen to them in fascination, no doubt under their pitying glances because I don't have a diamond ring to flash.

The simple truth is, I don't, because I have never wanted one. Beyond the sentimental worthlessness of such an expense, I simply dislike the appearance of a glittery stone mounted on top of a circular thing. I don't find it aesthetically pleasing. Can't there be found many designs, with or without the diamond, that would be more pleasing to the eye than the required basic design of the basic diamond ring?

And I have ever, even for one moment, thought myself more aesthetically gifted than my friends. What makes them worthy, I wonder, if it isn't the design. It can't be the financial worth, I think, because they won't be selling it.

Or can it?

Isn't it also pumped up that the more expensive your ring is, the more you are loved?

And I start to think. I remember the moments when I felt utterly, completely loved and completely without a diamond ring. I find that the people in my life, be them family, friend or significant other, are finding so many ways to show me that I'm cared for. A simple phone call from my mother because she knows I'm having a difficult period. An offer to take me out from my sister, when she knows I'm feeling lonely. The sheer pleasure on a friend's face upon seeing me. Deep and meaningful words, little items of interest from my loved one that tells me I am in his heart and mind.

Do I need a diamond ring? Is this why I don't?

And my curiosity mounts: what is it that makes a woman need a diamond ring in her life? Doesn't she receive other tokens of attention and she wants a ring to symbolize the love she wants to receive? Something to show her she is more valuable than so much money? The need to show others that she is loved?

I guess it is easy for some men to not spare much thought and action to make her feel loved and get a diamond ring as an easy solution. As long as it works both ways, who am I to comment, really.

But my curiosity won't go away. Beyond my own private conjectures, why the diamond ring?

23 Eylül 2010 Perşembe

Cinnet Şehrinde Bir Parça Huzur Ararken...

Sene 2000: Ev Kültür Dergisi'nde Yayınlanmıştı...

Hergün kent hayatının kaosunda birbirinin aynı, içsıkıcı, karamsar hayatlar yaşıyoruz.

Hergün kıymetli saatlerimiz trafikte harcanıp gidiyor. Sıkış tepiş otobüslerde, yıkanmayı zul addeden birinin koltuk altında ulaşmaya çalışıyoruz işimize. Allah gibi korktuğumuz minibüs şoförünü sinirlendirmeden inip biniyoruz minibüse ve kısa mesafe olduğu halde bizi arabasından indirmediği için şükran duyuyoruz taksi şoförüne.

Ekonominin kötü gidişi yüzünden hergün daha az satış yapıyoruz, daha az kazanıyoruz. Patronumuz, hükümetin verdiği memur zamlarını bahane ederek reel enflasyonun altında zamlar veriyor. Üstelik de, bunu kendi arabasını piyasanın en pahalı arabasıyla değiştirdikten, milyon dolarlık yeni evine taşındıktan sonra, hem de yüzü kızarmadan yapıyor. Ve müşterimiz enflasyona rağmen her ay fiyat kırıyor. Ama onlarla yüzleşemiyoruz, çünkü bizi işten atacak, malı başka yerden alacak güç onda ve yeni iş, yeni müşteri bulacak güç bizde yok. Onun için her ay daha da geciken maaşlarımızı, ödemelerimizi aldıktan sonra duyduğumuz ferahlama duygusuyla her seferinde, içimizden küfürler yağdırarak da olsa, gülümsüyoruz patronumuza veya müşterimize.

İnsanlar birbirine gittikçe daha az tahammül gösteriyor. Birlikte rakı masasına oturabileceğimiz beyefendinin içinden zorba bir kent hıyarı çıkıyor trafikte ve altındaki 88 model şahinle veya 2001 model ciple arabamızın önüne atlıyor. Uyarmaya kalktığımızda ise arasından inip üzerimize yürüyor. Evrim sürecini tamamlamamış bu adamın belindeki, muhtemelen ruhsatsız silaha bakarak, bu adama karşı kendimi korumak için yasal bir silah almaya kalksam başıma neler gelir acaba, diye düşünüyoruz. Biraz ileride bir taksi ile bir otomobil çarpışıyor ve taksici elinde levyeyle dışarı fırlıyor. Buna karşın diğer şoför gidip bagajından baltasını alıyor. Trafik ilerlediği için üzerimize yürüyen adamla birbirimizi unutuyoruz ve ilerlemeye başlıyoruz. Birbirine saldıran adamların yanından geçerken iyice yavaşlayıp arabaların hasar durumunu, adamların psikolojilerini değerlendirmeyi ve yorumlamayı ihmal etmiyoruz ama; ondan sonra gazlıyoruz ileride açılan trafikte.

Asgari ücretin aylık net 102 milyon olarak duyurulduğu bir ortamda, çocuğunun yemesi gereken yumurta ile içmesi gereken sütün parasını otomobil taksidi olarak yatırıyor babası. Bu arada minibüsle eve gelirken cep telefonundan eşi arıyor ve eve üç ekmek alması gerektiğini söylüyor, şehriye çorbasıyla ıspanak yemeğini yanına katık yapmak için. Karısı şikayet etmiyor, çünkü o da temizliğe gidip kazandığı parayla gazeteden arkorok yemek takımı ve longvey bavul seti biriktirmektedir. Güne gelen misafirlerine rezil olmayacaktır böylece ve tatile, köye gidecekleri zaman hazır olacaktır bavulları.

Bütün algılarımız bu mantık ötesi, gerçek dışı dünyayla dolu halde eve geliyoruz akşam ve boğazımızda büyüyen bir düğümle akşam haberlerini dinliyoruz. Peşinden onca süre koştuğumuz, peşimizden onca süre koşan sevgili eşimize bir gülümseme bahşedecek enerjimiz olmadan. En fazla onbeş dakika süren yemeğimizden sonra koltuğumuza yerleşip futbol maçı veya yerli dizi veya yabancı film, artık keyfimiz neyi istiyorsa onunla akşamımızı bitirmeye, yarını beklemeye hazırlanıyoruz.

Evimizde hala gerçek olan, mantıklı ve keyifli birşeylerin varlığını unutuyoruz çoğu zaman. Kızımız evlenirken, kedimiz yaşlılıktan ölüverdiğinde, evimizi taşımadan hemen önce kafamıza dank ediveriyor. Bütün bu zaman boyunca, ayrılırken gözümüze yaşlar dolmasına sebep olan, hayatımızın bu kıymetli parçasıyla yaşayıp giderken biz neredeydik acaba? Yıllar boyunca beraberliğin keyfini çıkarmayı biz unuttuğumuza göre, çıkaran kimdi? Fotoğraf albümümüzü çıkarıp bakıyoruz. Ve kendimizi o fotoğrafların içinde buluyoruz hep. Hatırlıyoruz, demek ki oradaydık.

İşte, doğana kadar dokuz doğurduğumuz oğlumuz veya kızımız. Şu anda kaç yaşında olursa olsun ilk gülücüğü, ilk agusu, kahkahası, ilk adımı hala içimizi titretmiyor mu hatırlarken? Şu yaşında, yaptığı şeylerin yüzde seksenini yanlış bulurken, okulda aldığı iyi bir not, o çok yakışan gömleğiyle ne kadar yakışıklı göründüğü, güzelliğiyle okulun bütün erkeklerinin başını döndürmesi bizi gururlandırmıyor mu? Dünya üzerinde yaşadığı seneler boyunca çocuklarımızın bize verdiği keyif dakikaları sayılabilir mi?
Daha bebekken verdiği keyfi bilerek yaşamayı becerebildik mi acaba? Şu anda verdiği keyfi yaşamayı becerebiliyor muyuz?

Veya kedimiz, köpeğimiz, muhabbet kuşumuz, kanaryamız. Anlık bir kararla edinmiştik onu. Evde köpek beslemeye oldum olası karşı olduğumuz halde. Uzun zaman, onun satıldığı yerin önünden geçerken, orada satılan hayvanların sevimli yüzlerine bakarken, onlarla beraber yaşamanın vereceği keyifler değil, içerdiği zahmetler aklımıza gelmişti. "Her gün gezdirmek gerekir şimdi onu. Ya evi batırırsa?"

"Bütün evi kedi kokutacak. Hem Ayşe Hanımların kedisi bütün kanepeleri tırmalayıp mahfetmiş." "İşin yoksa kafes temizle, yere saçılan yemleri süpür. Üstelik sevilmez, ele gelmez."

Sonra bir gün geçerken O'nu görmüştük. Yüzümüze bakmıştı. Daha yavruydu o zaman ve bakışları çaresizliği, yalnızlığı, korkuyu yansıtmıştı. Daha ne yaptığımızı düşünmeden, elimizde onunla eve giderken bulmuştuk kendimizi. O an ki tatmin duygusu hala içimizde değil mi? Onu her gün gezdirirken ya da çiş kutusunu değiştirirken, dağıttığı yemleri süpürürken, verdiği zahmeti kaç kere düşündük, keyfi kaç kere? Dışarıdaki dünyanın bütün olumsuzlukları o kucağımızdayken aklımızdan uçup gitmedi mi?
Veya evimiz, çiçeğimiz, yeni aldığımız açılır kapanır kanepe. Kimimiz daha öğrenci iken kavuşmuştu ilk evine, kimimiz evlendikten sonra. Her durumda, ilk mobilyamızı alırken ne garip hisetmiştik kendimizi. Öğrenci evine aldığımız, içinde uyuyacağımız yatağın fiyatı en önemliydi bizim için, çünkü ailemizin bize ayırdığı bütçe küçüktü. İlk kanepemizi ikinci el almıştık da, renginin uyumsuz, oturmasının rahatsız olması hiç önemli gelmemişti.

Ama evlenirken kurduğumuz eve ne kadar önem vermiştik! Çünkü artık "düzgün bir aile evimiz" olmalıydı. Hem, zaten ailelerimiz mobilyalarımıza daha çok para harcıyordu. Bu yüzden, daha sonra farketmiştik, ilk "düzgün" evimiz bizim zevkimizden çok ailelerimizin zevkini yansıtmıştı. E, şimdi kullandığımız her biri farklı renkte koltuklar ile, kendi boyadığımız sehpalarımızı o zaman satın almaya kalksak ne çok "büyük tavsiyesi" dinlerdik! Kendi zevkimiz eve yavaş yavaş yerleşmişti, mobilya çarşılarında, bit pazarlarında, evde ahşap boyayarak geçirdiğimiz haftasonları sonucunda. Sonra, benjamini doğru yere yerleştirmek için kaç kere yer değiştirmiştik. Salondaki renk uyumunu sağlamak için ne çok mobilyacı, kumaşçı gezmiş, ne çok boya karışımı denemiştik! En son moda metalik sehpanın fiyatını öğrendiğimizde dudağımız uçuklamıştı da, mahalledeki mobilyacıya yemek masasıyla aynı renkte yaptırdığımız sehpayı boyamıştık, bir kutu boya masrafına. Hele açılır kanepe? Bu sene çıkan kumaşların desenleri ne kadar hoştu da, hangisini seçeceğimize bir türlü karar verememiştik. Açılma mekanizmasının bu kadar kolay kullanılması, teknolojinin bu şekilde işlerimizi kolaylaştırması nasıl hoşumuza gitmişti. Ya satıcının, sözleşmeyi hazırlarken, garanti belgesinin içerdiği servisleri ve kolaylıkları açıklaması?

Belki caddede tepemize çıkan adam bizi adamdan saymıyordu, ama en azından birşey satın alırken bizi adamdan sayacak bir satıcıyı seçme özgürlüğümüz vardı. Belki devlet, vergilerimizi yol, su elektrik olarak geri döndürmesi gerektiğini unutmuştu da yolsuzluk, batık bankalar, yiyici müteahhitler olarak geri döndürüyordu, ama şu mağazada ödediğimiz paranın her kuruşunun karşılığını alıyorduk. Bizi kandırmaya çalışan satıcının artık yüzüne bile bakmıyorduk.

Şimdi, salonumuza göz gezdirirken gördüklerimiz keyiflendiriyordu bizi. Çünkü bizi keyiflendiren hemen her şey gibi, evimiz de artık bizim yaratttığımız, geliştirdiğimiz bir şeydi. Yaratıp büyüttüğümüz çocuğumuz, büyütüp eğittiğimiz köpeğimiz, yetiştirdiğimiz çiçeğimiz gibi; kendimiz için kendi yarattığımız evimiz. Ne şanslıydık ki, "güzelin", "keyiflinin" tek boyutta tanımlanmadığı, modanın yalnızca bize yeni alternatifler sunduğu bir dönemde yaşıyorduk. Koltuklarımızı basmayla da kaplasak, birinci sınıf deriyle de, yalnızca bizim keyfimizdi önemli olan, ve bakınca bize keyif verip vermesiydi.

Böylece dışarıdaki mantık ötesi, gerçek dışı dünyadan evimize sığındığımızda, en kötü kabuslarımızı - trafiği, patronu, ekonomiyi, müşteriyi - unutup kendi keyiflerimizi yaşama olanağımız oluyordu. Eşimize duyduğumuz aşkı, oğlumuzu kuvözde ilk görüşümüzü, köpeğimizin yalvaran gözlerle ilk bakışını, öğrenci evimize ilk taşınışımızı hatırlama olanağımız oluyordu. Ve, her ne kadar yaşamın, kendini devam ettirmek dışında bir anlamı olmadığını bilsek de, bizim bulunduğumuz katkılar ve yaptığımız yaratılar ile, yaşamaya değdiğini hissetme olanağımız oluyordu. Ve sonuç olarak, gerilim altında geçen bir günün sonunda keyifli geçen birkaç saatimiz.

Tabii farkına varacak enerji bulabilirsek. Ve sonra maç, film, dizi bitiyor. Kızımızın odasının ışığı hala yanıyor. Biz onun ders çalışıyor olduğunu varsaysak da, sevgilisiyle telefonda konuştuğunu biliyor içimizde bir şey. Bugünlük aldırmıyoruz. Eşimiz oturduğu koltukta uyuyakalmış. Uyandırıp, artık yatmak gerektiğini söylüyoruz. Yatak odasına geçerken kedimiz de bizimle geliyor, eşimizin yastığı ile kendi yastığımız arasına kıvrılıp, mırıldanarak uyumak için. Yanından geçerken benjaminin yapraklarının uçlarının sarardığını farkediyoruz ve yarın sabah sulamayı unutmamayı not ediyoruz aklımızın kenarına.

Sabah kalkar kalkmaz televizyonu açıyoruz ve kahvaltımızı haber dinleyerek yapıyoruz. İlk haber, kötü giden ekonominin düzeltilmesi için konan vergiler hakkında.

Hergün kazandığımızdan daha çoğu elimizden alınıyor vergi olarak. Hergün daha az adamdan sayılıyoruz...

14 Eylül 2010 Salı

Copy-paste generation...

We have a saying. The Turk has novel ideas either on escape or in the toilet. Not strictly necessary, though, it just means we find creative ideas in the most unlikely situations. And it is true, too, I had written my little kiddy stories while ironing. Great time for creative thinking, ironing. Another is while tossing and turning in bed, trying to fall asleep.

This is what occured to me last night, under similar conditions. No, not in the bathroom. Trying to sleep, I mean.

When I was a student, if we were given research homework, that meant we would find an encyclopedia, find the related topic, find the related paragraphs and copy those, in as a neat handwriting as possible, to our notebook or better, on a clean sheet of paper. It didn't involve much research. The skills that would develop were to know the alphabet enough to enable you to find the related artice, read and, well, write neatly, at least that was the hope. I doubt those essays were ever read by the teacher, but that wasn't the aim, anyway. The hope was that bits and pieces of information would be left in the student's mind while reading and copying. It wasn't about different aspects of view, or the student's digesting the information to come up with her own ideas. It was about learning what's there.

These days research finds you lots of information. The kids turn on the computer, open a web browser, find a search engine, type in key words, and copy and paste whatever there is. It is possible to find more, but experience tells me that students click on any likely looking page and are content with it.

I cannot honestly claim that research taught more in the past. But with this new era, reading what you are submitting as homework has vanished. The students aren't, even, involved enough to write down what they are graded for. Almost no effort involved, other than clicking.

The result is, to my thinking, and I may very well be wrong, as this is a blog post, not an essay based on surveys, that children stop processing the information that passes through their hands and minds. And even when they do, they donot try to communicate that processed form to others. Because, processing information within the brain is different than putting it into a form that will convey meaning to others. Processing information in a reasonable way is an acquired skill. Communication is an acquired skill.

This, in turn, makes them consumers in the world of thinking. They read books, but don't think about writing. They watch films, but don't dream about making. They play games, but don't think about designing.

This is also about how big and complicated the created products have become. So big and complicated that, the child, with her limited abilities, is sure of failure even when she's interested.

And this is about how small scaled, local creative production has been crushed under the giant, global, commercial enterprises.

And this, in turn, is about the new world order that turns us into the vassals of the new conglomerate lords.

Too bad you cannot take one little problem independently and solve it. Everything looks tied up in a tight ball.

We know the answer is 42. But how to turn the answer into a workable solution?

11 Eylül 2010 Cumartesi

Ben kültüründen şikayetim var...

Kabul. Odak toplumken ve birey onu oluşturan bir parça olmak dışında pek bir anlam taşımazken, uyulması gereken, birey olarak bizi gözardı eden bir sürü kural vardı ve o kuralların bazıları pek can sıkıcıydı. Kabul, hayatımızı yaşarken başkalarının doğruları yerine kendi doğrularımızı rehber almak çok daha iyi geliyor bize, özgür hissettiriyor.

Ama bunun da bir sınırı yok mu? Sonuçta tek başımıza, ıssızlığın ortasında yaşamıyoruz. Ne kadar birey odaklı olursak olalım yine şehirlerin ortasındayız. Yine kalabalıklarla birlikteyiz ve kim ne derse desin, hala bir toplumuz.

Birey odaklı toplumun huzur içinde bir arada yaşayabilmesi için gerekenler de sır değil. Kurallar konmuş, hatta yasalara yazılmış.

(1) Başkasının bireysel sınırını aşmayacaksın. Senin alanına müdahale etmediği sürece, onun özel hayatında ne yaptığına karışmayacaksın.

(2) Birlikte bir arada bulunduğun mekanlarda diğerlerinin haklarına saygı göstereceksin.

Bu kadar. Çok basit. Ama uygulamada imkansız.

Son on senedir bir "ben kültürü" oluştu ülkede. Herkes, her konuda, yalnızca kendi fikirlerinin, kendi yaşam tarzının, kendi uygulamalarının geçerli olduğunu hissediyor ve başka herkesten de buna uymasını talep ediyor. Aynısına inanmasını bile değil. O, özel kişiye uymasını.

Trafik kurallarına uymuyor, ama bir başkası onun haklarını ihlal ettiğinde sövüp sayıyor.

Gürültü yapıyor, ama komşusu gürültü yaptığında kavga çıkarıyor.

Sokağı kirletiyor, ama biri kendi kapısının önüne bir şey attığında kızıyor.

Benim yaşam tarzıma karışma diyor, ama başkasının yaşam tarzına karışıyor.

Evet, çok saçma. Ve her bir özel durum için de kurallar, kanunlar var, ama kimin umurunda.

Doğrusu  isyan halindeyim. Trafikteki saygısızlardan da sıkıldım, sokakta pislik görmekten de sıkıldım, içkiye, askılı tişörte laf edilmesinden, soya sopa laf sokuşturulmasından ise illallah geldi.

İki kampanya başlatmak isterdim. Bir, "Dingonun Ahırı Mı Burası, Toplum İçinde Yaşamayı Bilmiyorsan Git Dağda Tek Başına Yaşa" kampanyası. Bir de, "Sana Ne! Sana Neeee!" kampanyası.

Ben kültüründen sıkıldım. Biz Bir Arada Yaşamayı Biliyoruz kültürü istiyorum.

27 Ağustos 2010 Cuma

Şehrin tam ortasında yaban hayatı...

En az on senedir uykusuzluk çekiyorum. Peşin peşin söyleyeyim, fi tarihinde evsahibimin ima ettiği, hayır, açık açık söylediği gibi psikolojik değil, tamamen komşusal ve çevresel. Komşusal ve çevresel faktörler, onların ya da benim tatile çıkmamız gibi yöntemlerle ortadan kaybolduğunda, uykusuzluk da kendiliğinden ortadan kayboluyor.

Ama konu bu değildi. Fi tarihinde evsahibim olan ve üst katımızda oturan amca her sabah dört buçuk, beş gibi, takunyalarıyla evde dolaşarak uyandırırdı beni. Takunya olduğunu görmedim, ama bu ak sakallı amcanın Hollanda tarzı tahta sabolar giydiğini hiç sanmıyorum, bu yüzden olsa olsa takunya olabilirlerdi. Çocukluğumdaki yumuşacık tokyolardan armağan etmeyi ciddi ciddi düşündüğümü hatırlıyorum. Ama dediğim gibi, konu bu değil. Gün doğmadan hemen önce uyanıp, sıradan insanların uyanmasını beklerken, ister istemez sabahın seslerini dinlerdim. Ve o günlerde yaşadığım semtte, evin önündeki bir avuç yeşillikte, gün ışımaya başlamadan hemen önce bülbül sesleri duyardım. O kadar tatlı gelen başka ses bilmiyorum.

Gel zaman git zaman, takunyalı ev sahibimizin evinden iki durak ötedeki, bir başka eve taşındık. Burada, üst katımda oturan takunyalı biri yoktu, ama bizim köpeklerimiz ve sokak köpekleri vardı. Bütün gün, ama özellikle de saat gece ondan sonra (ya da belki ben o zaman farkına varıyordum, bilmiyorum) birbirlerine serenat yapmaktan hoşlanıyorlardı. Kimin başlattığını hatırlamıyorum, çünkü uykusuzluktan bulanıklaşmış zihnim başlangıcını saptayamıyordu. Bir grup havlama sürecini başlatıyordu, sonra diğer grup karşılık veriyordu, sonra birincisi ikincisine yanıt veriyordu vesaire, vesaire. Ama en güzeli, tam penceremin dibine dikilip, bütün mahalleye, hatta karşı mahallelerdeki havlamalara laf yetiştiren köpekti. Nasıl da ritmik bir biçimde havlardı: hav-ha-hav... hav. hav-ha-hav... hav. Ama konu bu değil. Uyumaya çalışır, ama ümitsizlik içinde dönüp dururken, evin arkasındaki küçük korulukta, el ayak çekildikten sonra yükselen kuş seslerini dinlerdim. Şehir sessizleşirken onların sesleri yükselirdi ve dinleyen kulaklar için, sabaha kadar devam ederlerdi. Arada aralarına bir baykuş ötüşü katılırdı. Gerçekten. Baykuş ötüşlerini yakındaki metruk bina ile ilişkilendirirdim nedense ve önyargıların aksine, benim hoşuma giderdi. İçimdeki, uykusuzluktan kaynaklanan öfke ve çaresizlik içinde, tatlı bir şurup gibi akardı o sesler.

Gel zaman, git zaman... Semt değişti. Ne takunya sesleri, ne de havlamalar var burada. Ama şimdi, kendi yaşam şartlarından dolayı eve 11'den önce gelmeyen ve sabahın iki buçuğuna kadar dolap kapaklarını ve kapılarını tekrar tekrar açıp kapatmak zorunda kalan komşularım var. Sonra, saat, dört buçukta herşey tekrar başlıyor. Aynı komşular mı, yoksa ince duvarlar yüzünden farkı fark etmediğim ayrı komşular mı, diye sormayın, o saatte anlayacak durumda olmuyorum. Ama konu bu değil. Şu an saat 04:22 ve ben cırcır böceklerini dinliyorum. Endişe içinde beklediğim ve uykusuzluğumun sebebi olan gümlemeler arasında, ruhuma huzur veren vahşi hayat sesleri bunlar. Neden huzur verdiğini bilmiyorum, belki de çocukluğumdan hatırladığım, çam ağaçları arasında yaptığımız yaz kamplarını hatırlattığı içindir. Sebep ne olursa olsun...

Koskoca şehrin içinde minik yaban hayatı parçaları bulduğumda mutlu oluyorum. Yaban hayatının biz yabani medeni insanlar yüzünden yok olmadığını gördükçe, minicik şehir parçaları içinde kendi habitatlarını koruyup yaşadıklarını işittikçe, doğanın bize rağmen varlığını sürdürdüğünü gördükçe... Kedi boyutunda vahşi kedigillerin İstanbul cengelinde hayatta kalma mücadelesini kazandığını; başıboş köpekgillerin içgüdülerine uyup, çeteler oluşturup, National Geographic Channel belgesellerine taş çıkaran hayatlar yaşayıp ürediklerini... Baykuşları, bülbülleri, hele pek çok insanın farkında bile olmadığı tarla farelerini, sıçanları saymıyorum bile.

Medeniyet? Hah! Ben size söyleyeyim. Korunaklı apartmanlarımızın içinde, ormanın tam ortasında yaşıyoruz. Bülbüller değil şehrin ortasında yaşamaya çalışan. Asıl biz ormanın ortasında hayatta kalma mücadelesi veriyoruz ve aksi olduğunu hayal ediyoruz.

Asıl konu buydu işte.

22 Ağustos 2010 Pazar

Neden kekik ithal ediyoruz?

Tesadüf eseri, bir kekik paketinin üzerinde markasını fark edip, tanımadığım bir marka olduğunu düşünüp, kaynağını kontrol edip, ithal bir ürün olduğunu gördüğümden beri merak ediyorum.

Fi tarihinde Kelebekler Vadisi'nin ötesinde, kıraç dağ yamacına kurulmuş küçük bir otelde kalmıştım. Çevrede yürüyüş yapmak istediğinizde size kekik kokuları eşlik ediyordu. O kadar yerli, o kadar kolay yetişen bir ürün.

Sonra bir de, yeterli üretim yapıp ihraç edemeyen, ithalatı ihracatından daha yüksek olan bir ülke olduğumuz faktörünü ekleyin.

Sonra da, işsizlik oranları (istatistik düzeltmeler dışında) bir türlü azalmayan bir ülke olduğumuz faktörünü.

Paraya ihtiyacımız var. İnsanlara iş bulmaya ihtiyacımız var. Dağlarından bile kekik fışkıran bir ülkeyiz. Ama kekik ithal ediyoruz.

Merak ettiğim ise şu: kekik ithal etmemiz gerektiğine, bizim para kazanmamız yerine başkalarına para kazandırmaya kim, nasıl karar veriyor?

Bu yazı yalnızca kekik hakkında. Kim bilir daha neler var.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Ütopya imkansız...

Siyaset meydanına baktığım zaman en yakın hissettiklerim bir ideali olanlar. Kastettiğim bir ideal kılıfıyla trilyoncukları ya da gemicikleri götürenler ve onların çevresinde yüzen küçük balıklar değil, gerçekten ideali olanlar, daha güzel bir dünya isteyenler, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar ve bu amaçla elini taşın altına koyanlar.

Ama... Ama sonra bakış açısı kayıyor, düşünce dünyasından sokağa, gazetelere, televizyonlara dönüyorum, sahip olduğum birkaç bilgi ve deneyim kırıntısıyla çevreme bakıyorum ve diyorum ki, ideallerin bu dünyada şansı yok.

İçselleştirdiğim ve inançlarımı ona göre oluşturduğum bir fikirdi zaten, ama bir kanıya varırken bunu fark etmeden yaparım. Ancak sorgulandığı zaman düşünürüm, neden buna inanıyorum diye ve genelde yanıt orada, hazırdır. Tuhaf bir inanç oluşturma süreci mi? Tuhaf. Bana uyuyor mu? Uyuyor.

Birkaç gün önce yüzeye çıktı yine. Birkaç satırlık, pozitif ayrımcılık tartışmasından. Tartışma değil de, münazara diyelim, idealin ayrımsızlık olması gerektiği konusuna kimsenin itirazı yoktu. Mesele, ayrımsızlığa nasıl gidileceği idi. Pek çok başka toplumda da yaşandı, ideal belirlendi, yasalarla ortaya kondu, hatta aksi için cezalar belirlendi ve sonra ayrımsızlığın gerçekleşmesi beklendi. Olmadı. Olmuyor, çünkü idealin kendisi ütopyaların dünyasına ait, bizler ise gerçek dünyada yaşıyoruz.

Yukarıdaki örnekten yola çıkarsak, pozitif ayrımcılık, yani eşit koşullara sahip iki birey arasından tarihsel olarak ayrımcılığa maruz kalmış olanı, hatta bazen daha niteliksiz olmasına rağmen seçmek son derece gayrı-ideal bir durum. Eşitliğe inanan herhangi biri bunu sindirmekte güçlük çekiyor, idealin gayrı-ideal olanla telafi edilmesi gerçekten de idealin kendisini silip atmış gibi görünüyor. Ne yapmak lazım o zaman? Bir yanda nasıl olması gerektiği var, diğer yanda nasıl olduğu ve ikisi kendiliğinden bir araya gelmeyi reddediyor.

İdealin işe yaramadığı konusunda bir örnek daha. Siz insanlara, mantıklı bir dille, örnekler göstererek, tarihsel olarak ne tür vaatlerde bulunulduklarını ve nasıl kandırıldıklarını, size vaatlerde bulunanların sizin onlara duyduğunuz güveni nasıl kişisel çıkara tahvil ettiklerini anlatıyorsunuz. Sonra, nasıl olması gerektiğini, bunu sizin olduracağınızı açıklıyor, size güvenmelerini istiyorsunuz. İdeal bir durum, değil mi? İkna olmalarını beklersiniz. Ama onlar gidiyor, onların umutlarını ve beklentilerini boş çıkaranlara güven tazeliyor yine.

Bana öyle geliyor ki, ideal ile pratik iki ayrı düzleme ait. İdeal zihne ve bilince, mantıklı düşünmeye, verilere ve sebep sonuç ilişkilerine ait. Pratik ise içgüdüye, tarihsel gelişmeye, bizi dört ayak üzerinden kaldırıp bu güne getiren sürece. Varlığımızın sebebi içgüdü, ya da bir başka deyişle evrim ise, idealin pratiğe galebe çalması mümkün mü?

Bence değil. Bence ideal kafada, pratik sokakta olduğu sürece, pratik ideali yenecektir.

İdeal belki gündelik hayatta pratik karşısında çaresiz. Ama ideal, kafamızdan çıkıp kalbimize yerleşen bir şey. Onsuz olmuyor, onun verdiği umuda ihtiyacımız var. Onun doğru olduğunu, varacağımız yerin o olması gerektiğini biliyoruz.

Benim için ideal bir işaret feneri. Adımlarıma yol veren. Pratiğin çamurlu yollarında gözümdeki ışıltı. Hedef. Gerçekleşebilmesi için onun bir hedef olduğunu fark etmek gerek. Onu şimdi sokakta bulmayı beklemek yerine, uğruna çalışmak gerektiğini. Bu günden ona yol açmak gerektiğini. İdeali oluşturan bilinç, veri toplama ve mantık yürütme sürecini, dolayısıyla zekayı, ideali oldurmak için kullanmak gerektiğini. Bu uğurda, yeri geldiğinde pratikten kopya çekmek gerektiğini.

Bir umut, ütopya gerçekleşecek. O gerçekleştiği zaman, ufukta yeni bir tanesini göreceğiz, gözlerimizdeki ışıltı o olacak. Ona doğru yola koyulacağız.

Çünkü ütopya geleceğe ait. Bugün imkansız.

17 Ağustos 2010 Salı

Why... this...

I write only when I feel inclined to do so... No, not inclined, because I feel the urge to do so. And I post only because I feel the urge to throw it into the world regardless of who sees it or what he/she thinks about it. Why? I have no idea. The only thing I know is that these are pieces of my own private heaven on earth, enjoyed to the full when they appear. Does it really matter if they are good or not?

Yaban ile Yabancı

Kadın yüksek otların arasından adamı izliyordu. Adam derenin kıyısında, sırtı kadına dönük, çömelmiş, bir şeyler yapıyordu. Görüntüsüne bakılırsa bir yabancı. Bu yörelerde kullanılan yakasız gömlekten giymişti, ama altındaki pantolon geleneksel, ham bezden, bol pantolon değil, kalın ve koyu renk kumaştan, dar bir pantolondu. Gömleğin eteklerini pantolonun üzerine salmıştı, ama yerlilerin aksine kuşak takmamıştı. Kadın saklandığı yerden daha fazlasını göremiyordu.


Yabancı ya da yerli, herkese karşı ihtiyatlıydı zaten. Ama bir yabancının yanında yabancı şeyler olurdu, kullanabileceği nesneler. Silahlar. Kadın bir hırsız değildi, kendini bir hırsız olarak görmüyordu, ama bilirsiniz. Bulduğunuz sizindir.

Yabancının, yakına bağladığı atı hafifçe kişnedi. Kadını sezmişti. İri bir doru aygır. Güzel hayvan. Kadın atı takdirle süzdü. Hayır, diye karar verdi, bir gezginin atını almak fazla acımasız olurdu. O yalnızca kendisinde olmayan şeyleri istiyordu. Örneğin… şu, atın eyerine bağlanmış iri kılıç. Kösele kını oymalarla süslenmişti. Bir bakmaya değerdi.

At yine kişnedi ve adam dikkat kesildi. Kaybedecek zaman yoktu. Kadın otların arasından fırladı, adamla arasındaki kısa mesafeyi koşarak aştı ve tek bir akıcı hareketle adamı omzundan yakaladı, sırt üstü devirdi, karnına oturdu ve kolunu boğazına dayadı.

Sırt üstü kıstırılmış, nefes nefese kalmış adam çevresine bakınmaya, neler olduğunu kavramaya çalıştı. Ama nefes borusuna dayanmış olan kol hareketlerini engelliyordu. Kadının tehditkar bir hırlamayla gösterdiği keskin hançer de öyle.

“Sakin ol, sakin ol, güzelim,” diye hırıldadı adam.

Kadın sakin olmaktan anlamazdı. Adamın dilini de bilmiyordu. Zaten insanlarla oturup gevezelik yapma alışkanlığında değildi. Ani bir hareketle adamın gömleğinin yakasını kavradı, hançeri boğazına tuttu ve ayağa kalkmasını işaret etti.

“Buralarda bütün kadınlar bu kadar güzel ve oynaksa, daha uzağa gitmesem de olurmuş,” diye homurdandı adam, güçlükle ayağa kalkarak.

Kalkmayı başardığı zaman yüz yüze durdular ve birbirlerini süzdüler.

Adam karşısında kısa boylu, uzun kestane saçları beline kadar gelen, ince yapılı bir kadın gördü. Üzerinde kahverengi, yumuşak, deri pantolon, yakasız beyaz gömlek, yumuşak çizmeler vardı. Belindeki deri kemer ve üzerine asılmış hançer kını kıyafeti tamamlıyordu.

“O hançer senin için biraz büyük değil mi, tatlım?” diye mırıldandı yabancı.

Kadının karşısında gördüğü adam ise uzun boylu ve iri yapılıydı, açık kahverengi saçları ve yumuşak gözleri vardı. Beyaz teni güneşten kararmış görünüyordu. Ama kadının asıl dikkatini çeken, karnına bastırdığı elin üzerine kapanmak istermiş gibi görünmesi ve elinin altında, gömleğin kirli beyaz kumaşını kırmızıya boyayan ıslak lekeydi.

Kadın bakışlarını merakla kandan adamın yüzüne çevirdi.

“Yara,” dedi adam yerel dilde. Bildiği kelimeler arasında arandı. “Rehber, vur, ben… ah, neydi o sözcük,” diye ekledi kendi dilinde. “Benim, para, hırsız. Yardım?”

Kadın rehberinin saldırısına uğramış, ondan yardım isteyen adama baktı. Adamın yumuşak bakışlarında bedensel acının yansıması vardı. Yerel bir rehber ona emanet edilmiş birini yaralıyor, parasını alıyor, güvene ihanet ediyor. Adam rehberi hangi köyden bulmuştu acaba?

Çabuk çabuk konuşarak sorusunu sordu.

“Ah… hayır… ben anlamadı,” dedi adam, kesik kesik konuşarak ve elini kaldırarak. “Şimdi, bana izin verirsen,” diye devam etti kendi dilinde. “Birazcık oturmam lazım. Küçük gösterin yaramın açılmasına sebep oldu, korkarım.”

Kadını sakinleştirmek için avucunu kaldırmaya devam ederek, yavaşça yakındaki kayaya kadar geriledi ve inleyerek çöktü. Bir süre, becerebildiğince derin nefesler alarak oturdu. Kadın yerinden kıpırdamadan onu izliyordu.

Sonunda, adam başını kaldırıp ona bakabilecek kadar kendine geldiğinde, kadın hançerini kınına soktu, adama yaklaşıp yanında çömeldi ve gömleğini çekiştirerek yarayı görmek istediğini anlattı.

“Senin için çıkarırdım gömleği, güzel yüzlü, ama hareket edince canım yanıyor.” Ama yine de isteneni yaptı. Homurdanarak kanlı elini yaranın üzerinden çekti ve kadının gömleği biraz yukarı sıyırarak yarayı incelemesine izin verdi.

Bir giysiden yırtılmış görünen bir parça kumaş yaraya yapışmış, kanla sırılsıklam olmuştu ve kenarları pıhtılaşan kanla kararmıştı. Kadın bezi çekip yaradan kopardı ve adam inledi. Kadın yaraya baktı. Sığ bir yara değildi. Tedavi görmesini gerektirecek kadar derindi. Görünüşüne bakılırsa, yeniydi. Gömleğin yırtık olmaması, pantolonun kemerinin bile kan lekeli olmasına rağmen gömlekteki lekenin o kadar geniş olmaması, adamın yarayı saklamak için gömlek değiştirdiğini anlatıyordu. Akıllıca; yalnız başına yolculuk yapan yaralı bir adam haydutlar için kolay avdı. Güçlü görünmek lazımdı.

Ama yaranın yeni olması iyi, diye düşündü kadın. Yarayı dikip, işlemesini engelleyebilirdi.

Adamın acılı ifadesine baktı, sonra kalktı ve atını getirmeye gitti.

“Hey, nereye gidiyorsun?” diye inledi adam. “Beni burada yalnız bırakmayacaksın, değil mi?”

Komik adam, diye düşündü kadın. Bu kadar acı çekiyor, bunca kan kaybetmiş, ama hâlâ konuşmakta ısrar ediyor. Yabancı işte. Ne zaman çenelerini kapatacaklarını asla bilmiyorlar.

Birkaç dakika sonra kendi aygırını çekerek geri döndü. Büyük, kır donlu bir attı. Atını adamın atının yanına bağladı ve atlar hıhlayarak selamlaşırken, kadın heybesinde iğneyle, bir makara iplik buldu ve adamın yanına gitti.

“Ah hayır,” dedi adam, kadının elindekileri görünce. “Beni öyle dikemezsin.”

Kadın onu duymazdan geldi ve iğneye iplik geçirdi.

“Yani, gerçekten gerekli mi? Daha kötü yaralandığım olmuştu, ama iyileştim işte. Baygın bile değilim! Eyvah, sen ciddisin. En azından yapmadan önce kafama vurup bayıltsaydın!”

Kadına ona öyle bir bakış fırlattı ki, adam, gerekirse onun kafasına vurup bayıltacağını hissetti ve sesini kıstı.

Kadın adama bakarken, önce yarayı temizlemesinin daha iyi olup olmayacağını düşünüyordu. Eyerde sabun, yakında akan bir dere vardı. Yeterli olmalıydı. Adamın yarasının üzerine işeyemezdi herhalde, değil mi?

Adam bir parmağını kaldırdı ve yerinde doğruldu. “Dur! Bekle! Güzel, sert içkim var. En azından yarayı temizleyelim, olmaz mı?”

Kadın onun atına gitmesini, heybelerini karıştırmasını ve bir matara çıkarmasını izledi. Ah. Sert içkisi vardı, demek. Erkek işte. İçkisiz hiçbir yere gitmiyorlardı

Adam ne kadar içkisi kaldığını görmek için matarayı sallar, yarısını kafaya diker, sıvı ağzını yaktığında yüzünü buruştururken kadın eğlentiyle onu izledi. Sonra adam içkinin kalanını, yarayı, iğneyi ve ipliği temizlemesi için kadına uzattı.

Kadın adamın yarasını dikerken daha fazla sızlanma ve inleme bekliyordu. İşi bittiği zaman adam terli, bitkin yüzünü ona çevirdi ve kadın o yüzde minnet gördü.

“Teşekkür ederim,” dedi adam kendi dilinde. “O şekilde yola devam etmeye çalışmak aptalcaydı, biliyorum. Kafam yerinde değildi, sanırım.”

***

Akşam çabuk çöktü. Kadın adamı yalnız bırakmamaya karar vermişti. Oldukları yerde, dere kenarında kamp kurdu. Kadın fazla düşünmeden yabancının karnını doyurdu, rahat uyuması için yer hazırladı, üstünü örttü. Biraz ötede, kendisi için hazırladığı yere uzanırken, tuhaf, diye düşünüyordu. Genç bir kızken, kendi evinde görevi olan işlerdi bunlar. O işleri yaptığı zamanın üzerinden seneler geçmiş olmasına rağmen, alışkanlıkları geri dönmüştü.

Kadın ay ışığı altında, uyuyan adamın siluetine bakarken eski yaşamı ve şimdiki yaşamı hakkında düşündü. Daha önce, yapmaya hiç cesaret edemediği bir karşılaştırma. Şimdi, kafasına imgeler ve düşünceler doluyor, onu tercihler hakkında düşünmeye zorluyordu.

Karman çorman anılar, düşünceler arasında uykuya daldı.

Koşuyordu. Bildiği kırlardaydı, köstebek tümseklerinin üzerinden atlıyor, çalıları yarıp geçiyor, derelere dalıyordu ve koşuyordu. Yakalanmaması gerekiyordu.

Onu takip edenlerin zalim olduğunu biliyordu ve kendisi gencecik bir kızdı. Onun kaçmasına izin vermezlerdi ve bunu bilerek kaçıyordu. Onların ellerinden, onun ellerinden korkuyordu, iri ve kıllıydılar, ve köyde her gittiği yerde karşısına çıkan sarı dişli sırıtıştan, aç gözlerden öteden beri nefret etmişti, onunla her göz göze geldiğinde kendi tenini tırmaladığını hissettiği kara sakaldan nefret etmişti. Onun olmayacaktı. Bu yüzden kaçıyordu.

Babası deliye dönecekti. Yakalanırsa onu dövecek, sonra attığı dayak biter bitmez gidip yine ona, beye verecekti, çünkü onu ona vermeye söz vermişlerdi ve bir erkek verdiği sözü yerine getirirdi, özellikle de fakirse ve söz verdiği kişi bütün bu yörelerin beyiyse. Bunu biliyordu. Ama kaçıyordu.

Yumuşak ellerin yumuşak dokunuşunu tanımıştı, bir ağacın dibinde onları hissetmişti. Taze yanaklarında yeni terlemiş bıyıkların öpücüğünü hissetmişti ve gecenin karanlığında onlara karşılık vermişti. Kendi gençliğine yaslanan genç bir bedeni hissetmişti ve o hisse ait olmayı her şeyden çok istemişti. Ama bunu babasına söylediğinde dayak atmışlar, onu ahıra kapatmışlardı. Ekmeksiz ve susuz, yalnızca bir parça ip ve bir emirle. Ya kime söz verildiysen ona gidersin, ya da ipi seçersin. Öyle ya da böyle, şeref temizlenmeli. Nasıl ilmek atılır biliyordu. O kapıdan içeri girerken o ilmeği atmaya kararlıydı, ama o kadar gençti, o kadar korkuyordu ki! Ve ümit ettiğini kendi kendine bile itiraf edemediği mucize bir türlü gelmemişti. Ve o kadar yaşamla doluydu ve yaşam öyle vaatlerle doluydu ki, zihni ilmekten sonra gelecek karanlıktan ya da beyin yatağından sonra gelecek karanlıktan ürkmüştü ve bu yüzden, ahırın arka tarafında çok fazla kış görmüş, çürümeye yüz tutmuş birkaç tahta bulduğunda, titrek elleri kanayana kadar onları tırmalayıp, çekiştirip, kırmayı başardığında, kaçmıştı.

Köpek havlamaları geliyordu. Şafak ya da alacakaranlıktı, hangisi bilmiyordu ve havlamaların tepenin ardındaki bir köyden mi geldiğini, yoksa kendi hayal gücünün ürünü mü olduğundan emin değildi, çünkü korkudan öyle kendini kaybetmişti ki nerede olduğunu, ne olduğunu bilmiyordu. Öfkeli adamların bağırışını duydu, havlamalar yaklaştı ve onların dişlerinden, adamların gazabından korkarak hızlandı, kulaklarındaki kan öyle gürültüyle çağlıyordu ki kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. Dikenler bez pantolonunu yırttı, dallar gömleğini çekip yakasını açtı, taşların paraladığı ayaklarının bıraktığı kanlı izleri neredeyse hissedebiliyordu ve kaçtı.

Öfkeli bağırışlar şimdi hemen arkasındaydı, köpekler topuklarını dişlemek üzereydi, ciğerleri zorlanmaktan yanıyordu, dizleri boşanmak üzereydi ve o koşuyordu, kaçacaktı, onları geride bırakabilirdi, o… bir ok uğuldayarak karanlığı yardı… gece miydi, yoksa gözleri mi kararmıştı? Kız dikenli çalıların arasına yuvarlandı ve bir acı yumağı halinde onların bağrında yattı, gizlendi. Ve düşün içinde, düşlerde hep olduğu gibi, bildi. Genç aşkını öldürmüşlerdi. Onunla bir olduğunu öğrenmişlerdi. Şerefi temizlemek için bir kişinin daha ölmesi gerekiyordu.

Kız, tenine batan binlerce dikene, lime lime olmuş bedenine, kavrulan ciğerlerine, kasılmış, düğüm düğüm olmuş kaslarına aldırmadan yattı ve havlamaların, bağırışların yaklaşmasını dinledi. İleride ırmağın çağıltısı geliyordu ve bir an kendini onun içinde hayal etti, soğuk, kandan temizlenmiş, günahtan arınmış, suyla bir, su olmuş… ve son kalan mesafeyi de koşar, kayalardan, uçurumdan aşağı atlarsa hiç kirlenmemiş gibi temiz olacağını, kara diken sakalların ona asla ulaşamayacağını hissetti, ama tükenmişti, kıpırdayacak gücü yoktu, çünkü gücünü vurmuşlardı, öldürmüşlerdi, artık yoktu, bundan sonra koşmanın ne anlamı vardı? Bu yüzden kaçmadı.

Orada, yerinde kalma kararlılığıyla yatarken havlamalar bağırışlardan daha yakına geldi ve kız o istemese de nabzının hızlandığını, köpeklerin vahşi ağızları gözlerinin önüne geldiğinde ayaklarının seyirmeye başladığını hissetti, ama orada kalacaktı, orada kalmak istiyordu, köpek yemi olacaktı, orada kalmak zorundaydı, çünkü yapacak başka hiçbir şey yoktu, ama ilk köpek hırlayarak üzerine atıldığında kız haykırdı ve ayakları, ondan izin beklemeden, onu kaldırdı ve kız kapanan çenelerden kaçtı, ciğerlerini patlatırcasına feryat ederek kayalardan atladı, bir okun uğuldayarak geçtiğini kafatasını sıyırdığını hissetti ve başka oklar başının üzerinde uğuldarken o düştü, düştü, düştü…

***

Nefesi kesilerek doğrulup oturdu. Terden sırılsıklam olmuştu ve düşten kalan imgeler gözlerinin önünde oynaşıyordu, seneler geçtikçe daha seyrek gördüğü, ama tamamen kaybolmayan aynı düş. Ay ışığı ile aydınlanmış bir gece, köpek dişleri, kanlar içinde bir genç, açık, buz gibi soğuk sulara düşme imgeleri ve hatıraları kafasının içinde karman çorman birbirine karışmıştı ve kadın kaçarak geçirdiği senelerin korkusunu iliklerinde hissediyordu. Teri gece havasında buz kesmişti ve kadın titremesini engellemeye çalıştı.

Düşlerinden biraz daha sıyrıldığı zaman birinin ona sarılmış olduğunu hissetti. İlk önce, yerde otururken ona destek olan kolları. Sonra bir insan bedeninin sıcaklığını fark etti ve iyi hissetti. Diğer kişinin, nefesleriyle yükselip alçalan göğsü. Bu şekilde kucaklanmak, teselli edilmek öylesine doğaldı, ama aynı zamanda öylesine uzak bir anıydı ki.

Gerçek hayata dönmeye gönülsüz, başını o omza dayadı. Yanağında yumuşak bir kumaşın ve yumuşak tenin, alnında traşı geçmiş sakalların yumuşak dokunuşu vardı. Kabusun uyandırdığı duygular hâlâ kafasında canlıydı ve düşündeki kara sakalın hayali dokunuşu ile bu, yumuşak sakalın dokunuşu arasındaki farka şaştı.

Yalnızlığın acısını dindiren bu sıcaklığa sokuldu ve gözlerini kapattı. Kolların kavrayışının, onu memnunlukla kabul edermiş gibi sıkılaştığını hissetti.

Bir insanın doğal kokusunu hissetti ve biraz önce sakinleşmeye başlayan nabzının bir kez daha, tamamen farklı sebeplerden hızlandığını hissetti ve gözleri aniden açıldı, gerçek hayat zihnini doldurdu, ona böylesine teselli veren bedeni içgüdüyle dirsekledi ve ayağa fırladı.

Dikilerek, içinde, var olduğunun bile farkında olmadığı böylesine yabancı duygular uyandıran bu varlığa, bu kişiye, bu… erkeğe baktı.

O itince adam dengesini yitirmiş, toprağa oturakalmıştı. Solgun ay ışığı altında onun şaşkınlığını, yüzündeki merak ve endişe ifadesini görebiliyordu.

“Of,” dedi adam, biraz gecikmeli olarak. “Nereyi dirseklediğine dikkat et, küçükhanım. Daha birkaç saat önce orayı kendin dikmiştin.”

Kadın sözcükleri bilmiyordu. Ama adamın sesi sanki ona, çok uzun zamandır kimsenin sormadığı sorular soruyordu. Sen iyi misin? diye soruyordu yüzü. Yardım edebilir miyim? diye soruyordu yumuşak sesi.

Kadın boğazında bir yumru hissetti ve korktu. Bu adamın içinde uyandırdığı zayıflıktan korktu. Hafifçe geriledi.

Adam, kadının onun anlayamadığını hatırlayarak, yerel dilde sözcükler buldu. “Sen… yara… ben.”

Kadının sözcükleri kavraması bir an aldı. Sonra içi rahatlama duygusuyla doldu, çünkü adam onun için endişelenerek, onun zayıflığını teşhir etmemişti. Aynı sebepten, içinde bir acılık da vardı.

O acılık kadını öfkelendirdi. O acılık içinde kabardı ve kadın bağırdı.

“Bir daha bana öyle dokunma!”

Nasıl dokunma? diye merak etti bir parçası ve öfkesi daha da kabardı.

“Sakin ol, bakalım,” diye seslendi adam onun uzaklaşan sırtına. “Gecenin bir yarısı kabuslarına giren ben değilim herhalde.”

Kadının eşyalarını toplamasını, eyerine bağlamasını ve gitmeye hazırlanmasını izledi. O da, yarası yüzünden dikkatle ve yavaşça, aynısını yaptı, çünkü başka seçeneği yoktu. Şafak sökmek üzereydi ve bu deli kadının ne yaptığını bildiğini umuyordu.

***

Bir sonraki köye doğru yol alıyorlardı. Kadın yükünü orada silkelemeyi düşünüyordu. Orada bir sürü insan vardı, adama bakarlardı, şifadan anlayan birileri bulunurdu, değil mi? Bu yörelerde, bir yabancı için daha iyisini bulamazdı.

Şimdi, adamın önünde at sürer, nal seslerini, adamın zaman zaman mırıldanmasını ve inlemesini dinlerken, düşünceleri gece gördüğü düşe ve adamın kollarında uyanmasına gidiyordu. Ne kadar sıcak, ne kadar güven verici bir duyguydu. Bunca sene sonra yalnız olmamak…

Adamdan gelen bir homurtu düşüncelerini kesintiye uğrattı. Yabancının atı tökezlemiş, adamın oturduğu yerde sarsılmasına sebep olmuştu.

Yabancı ona yetişerek bir şeyler sordu, ama kadın anlamadı. Onu anlamaya çalışmak yerine süzmekteydi. Adamın elini kaldırıp gözlerini gölgelemesini, uzaklara bakmasını izledi. Adam, incelemesi bitince, yerel dilde, “Su. Gölge,” dedi.

Kadın dönüp araziyi inceledi. Alçak tepelerin arasından gördüğü yoğun ağaçlığın arasında derince bir çay aktığını biliyordu.

Kadın su tulumunu çıkarıp adama uzattı. Adam çabuk yorulmuştu, yüzü kızarmıştı, ama sıcağa rağmen fazla terlemiş görünmüyordu. Kötü bir işaret.

“Tepenin arkasında mola veririz,” dedi adama, o su tulumunu alırken. “Biraz daha dayan.” Atını yanaştırdı ve elini uzatıp adamın alnını kontrol etti. Ateşi vardı. Yara işlemeye başlamış olmalıydı.

Adam su tulumunu kaldırdı ve ılık suyu yudumlarken yüzünü buruşturdu. Kadın tulumu geri aldı, biraz içti ve geri kalanı adamın başından aşağı boca etti. Çayda doldururdu nasıl olsa.

Atlarını yeşilliğe doğru mahmuzladılar ve kadın kendi duygularını inceleme işine geri döndü. Korku, kaçma dürtüsü, açlık, soğuk, sıcak dışında hiçbir şey hissetmeden geçen yıllar. Yabanda, bir yabani hayvan gibi, kaçarak, kovalanarak geçen yıllar.

Adamın atının sırtında çökmüş, oturmasını izlerken bir anda, onu köyün içine kadar götüremeyeceğini hatırladı. Oraya yalnız başına gidebilecek kadar iyi olduğunu umdu. Ama nasıl anlatacaktı ona. Senelerdir onu avlamaya çalıştıklarını. Kafatasında, saçlarının altında, okun bıraktığı beyaz yara izini. Beyin kinini ve onun kellesine ödül koyduğunu. Onu görecekleri yerde öldüreceklerini. Ama öldürmeden önce, öldürmekten beter yapacaklarını.

“Kadın…” dedi adam, yerel dilde. Kadın dönünce devam etti. “Gölge. Dur.” Ardından, bir yakarıya çok benzeyen sözler sıraladı.

Kadın yavaşladı ve onun yetişmesini bekledi. Adamın gözlerinde acı vardı ve oturduğu yerde sallanıyordu. Kadın dönüp yeşilliğe baktı. Birkaç dakika sonra orada olacaklardı. Atını adamınkinin hızına uydurdu ve düşecek gibi olması durumunda uzanabilmek için yakında kaldı. Çaya kadar idare etmesi lazımdı.



Çayın çevresi yeşil ve gölgelikti. Kırların kızgın sıcağından sonra, cennet gibi geliyordu. Çay, üzerine sarkan söğütlerin arasında, taşların üzerinde şıkırdayarak akıyordu. Suyu dağlardan geliyordu ve buz gibiydi.

Kadın adamı sağ salim atından indirip, bir ağacın dibindeki gölgeye yerleştirdiğinde, kendisi de bitkin düşmüştü. Güneş sırtını kavurmuştu ve tek istediği serinlemek ve dinlenmekti.

Atları suya yakın dallara bağlar, eyerlerini indirirken, bu işe neden bulaştığını merak ediyordu.

Dönüp adama baktı ve, “Kılıcı için,” diye yalan söyledi kendi kendine. Yardımı karşılığında adamın kılıcını alacaktı, öyle karar vermişti. Silaha ihtiyacı vardı.

Ama adamın sıcaktan kızarmış yüzünü, kendinden geçmek üzereymiş gibi ifadesini incelerken o kadar emin olamıyordu.

İşini bitirdi. Su tulumunu çayın serin suyundan doldurdu ve yabancıya götürdü. Adam gözlerini zar zor açarak birkaç yudum içti. Hiç iyi görünmüyordu.

“Kalk bakalım,” dedi kadın. Adamı çekiştirerek yaslandığı yerden kaldırdı ve oturttu. “Biraz serinlemen lazım. Bayılırsan seni taşıyamam. Burada bırakırsam seni ben öldürdüm sanırlar. Buralarda olan her şeyi benden biliyorlar.”

Adamın anlamadığını biliyordu, ama konuşmak iyi geliyordu.

“Kaldır bakalım kollarını. Seni biraz temizleyelim. Leş gibi kokmuşsun. Biliyorum ben bu kokuyu. Can korkusunun kokusu bu. Ölümle burun buruna geldiğinde böyle terlersin. Kendimden biliyorum. Öleceğim sanmıştım. Birkaç kere. Ölümün kokusu. Yıkanıp o kokuyu atman lazım ki, iyi olasın. Zaten başını da serinletmeli…”

Yabancının başından aşağı biraz su döktü. Adam gözlerini araladı.

“Gördün mü?” diye devam etti kadın. Alışıyordu konuşmaya. Kaç senedir konuşmamıştı kimseyle. Uzaktan tehditler fırlatmak, tehditlere yanıt vermek dışında.

“Doğru düzgün yıkanabilsen iyiydi. Onu da iyileşince yaparsın artık.”

Yabancının göğsüne, omuzlarına biraz su döktü. Yüzünü yıkadı. Başını tekrar ıslattı. Adam şimdi tamamen ayılmış, onu izliyordu.

Kadın adamın yarasını gösterdi. “Yaranı temizlemek gerek. Yakmak da lazım, ama ateş yakana, demir kızdırana kadar köye varırız zaten. Ama seni köyün yakınında bırakmam lazım. Ben yaklaşamam.”

Adam onun çabuk çabuk konuşmasından hiçbir şey anlamamış, bakıyordu.

“Yaranı diyorum,” dedi kadın, parmağını yaraya uzatarak. Adam irkilerek parmaktan uzaklaştı.

“Temizlemek lazım,” diye devam etti kadın, su tulumunu kaldırarak. Adam başını iki yana salladı.

“Canın isterse. Seni yıkamaya bayılıyordum sanki.”

Tulumu ve adamın gömleğini alarak doğruldu. “En azından eceli gelmiş keçi gibi kokmanı engelleyebilirim.”

“Keçi?” dedi adam. Bildiği sözcüklerdendi.

Kadın suya dönecekken durdu. “Evet. Keçi.” Gömleği koklayacakmış gibi burnuna yaklaştırdı, sonra yüzünü buruşturarak uzaklaştırdı. “Keçi gibi kokuyorsun.”

Adamın yorgun yüzü hafif bir sırıtışla aydınlandı. “Ah! Keçi! Ben!”

Kadın gömleği çayın başında küçücük kalmış sabun parçasıyla köpürtür, çitilerken, bunu neden yaptığını düşündü yine. Ama yanıtı beğenmediği için düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Gömleği durulayıp, kuruması için bir kayanın üzerine serdi. Dönüp yabancıya baktı.

Adam başını yaslamış, gözlerini yine yummuştu.

Kadın bunu görünce çayın biraz yukarısına, birkaç söğüdün otların arasından suya sarktığı yere gitti. Biraz serinlemek ve temizlenmek ona da iyi gelecekti.

Güvenli olduğundan emin olmak için adamın yattığı yere son bir kez baktı ve soyundu. Sabunu elinde, yavaşça suya girerken, adamın bakışlarını sırtında hayal etti ve gülümsedi. Su serin ve berraktı. Dibi iri, yuvarlak taşlarla kaplıydı. Su beline gelene kadar ilerledi, sonra kendini suya bıraktı.

O sırada yabancı başını kaldırmış, çevrede kadını arıyordu. Söğüt dallarının arasında hareket sezdi ve kadının çıplak sırtının suya daldığını gördü. Sonra kadın bir adım daha attı ve görünmez oldu. Adam gülümseyerek başını arkasına yasladı ve gözlerini yumdu.

***

Tekrar yola koyulduklarında güneş inmeye başlamıştı ve ikisi de biraz daha dinç hissediyordu.

Kadının çenesi düşmüştü.

“Köye yaklaşamam, çünkü beni vururlar. Buradaki herkes bana düşman, çünkü beye varmadım ve kaçtım. Beni avlıyorlar. Peşime düşenlerden birini öldürdüm, bir sürüsünü de yaraladım. İntikam alacaklar benden. Ama bir türlü yakalayamıyorlar.

“Kaç sene oldu? Üç. Üç koca sene. Kaçtığımda gencecik kızdım. Şimdi nine gibi oldum.” Kadın güldü.

O konuştukça, adam anlarmış gibi dönüp dönüp ona bakıyordu.

Kadın dönüp ona baktı. “Hiç anlamıyorsun, değil mi? Buralarda kimse anlamıyor. Ama belki dilimi bilsen sen anlardın, hı?”

Adam soru tınısını duydu. Başını iki yana sallayarak kırık bir aksanla yanıt verdi. “Ben anlamadı.”

Kadın acı acı güldü. Bir süre sessizlik içinde at sürdüler. “Neden gitmedim ki buralardan?” dedi sonra. “Başka yer bilmiyorum da ondan. Dağda bayırda başımın çaresine bakabiliyorum. Başka diyarlarda ne yapacağımı bilemem.”

Bir sessizlik daha oldu. “Senin geldiğin yer. Güzel bir memleket mi acaba? Orada kimse bizim beyi tanımaz… Ben seni götürürüm, biliyor musun? Zaten yaralısın, tek başına yolculuk yapamazsın. Seni köye bırakırım. Yaranı temizlerler, bakarlar. Sonra da köyün dışında buluşuruz. Sen bana kendi memleketini gösterirsin, ben de buradan gitmiş olurum, hı?”

Adam omuzlarını kaldırdı.

Kadın gülümseyerek önüne döndü. Üç senedir korkudan ve karanlıktan başka bir şey hissetmemişti. Şimdi içinde aydınlık bir şeyler açılıyordu. Sıcak bir şey. Umut gibi.

***

Uzakta köy göründüğünde güneş alçak tepelerin arkasında kaybolmuş, kırları gölgesiz bir maviliğe boyamıştı. Gün boyunca güneş altında pişmek kadını da bitkin düşürmüştü. Yabancı atının üzerinde sallanıyordu.

Köye bir tepe kala, kadın atları durdurdu. “Kendin gideceksin buradan sonrasını,” dedi adama.

Adam baygın gözlerle baktı ona.

Kadın eliyle köyü gösterdi. “Az kaldı zaten. Seni bu halde görünce, şifacı kimse, ona götürürler seni. Sen bir an önce iyi olmaya bak. Ben buralarda yolunu gözlerim.”

Adam önce köye, sonra yine ona baktı. Kadın yine işaret etti. “Git!” dedi kısaca. Uzanıp yabancının atının sağrısına bir şaplak attı. Atı yerinde sıçrayarak birkaç adım atınca, adam savruldu, devrilecekmiş gibi oldu, zar zor dengesini kurdu ve dönüp, çaresiz gözlerle kadına baktı. “Yardım et,” diye mırıldandı.

Kadın da çaresiz hissediyordu. Yabancı her an eyerden yere düşebilirmiş gibi görünüyordu. Düşerse boynunu kırabilirdi. Kırmasa bile burada kimse onu görmez, kurda kuşa yem olurdu. Ama kadın bu tepeyi aşmaktan korkuyordu.

“Git!” dedi yine.

“Yardım et,” diye nefes verdi adam. Gözleri kayıyordu artık.

Kadın bir an duraksadı. Sonra kararını verdi. Atını mahmuzladı ve adama yaklaştı, atının başlığını tuttu, kendinden geçecek gibi olursa kolundan tutabileceği kadar yakınında at sürmeye başladı.

“Birkaç dakika,” dedi ona. “Seni köyün kıyısına kadar götürürüm. Biri seni görür görmez de döner kaçarım. Tamam mı? Sen orada iyi olmaya bak.”

Köyde, el ayak ortalıktan çekilmişti. Hava kararıyordu.

Kadın atları köyün en dışındaki evden bir taş atımı uzaklıkta durdurdu. Atından aşağı atladı ve adamın inmesine yardım etti. Düşmemesi için kolunun altına girdi.

Evlerin pencereleri aydınlıktı ve kadın korkuyordu. Kaçtığından beri bir köye bu kadar yaklaşmamıştı.

Adamın ağırlığı gittikçe üzerine çöküyordu.

“Hey!” diye bağırdı kadın. “Kimse yok mu? Yaralı bir yolcu var burada! Tanrı misafiri, konaklayacak yer arıyor!”

En yakındaki evin penceresinde biri belirdi, dışarıya baktı, sonra kayboldu.

Kadın ürküntüyle adamı bırakmaya çalıştı. Kaçması gerekiyordu. Ama adam ayaklarının üzerinde zor duruyordu, kadını bırakmak istemedi, kavradı. “Yardım et,” dedi yakarıyla.

Kadın onun kollarından sıyrılamadan evin kapısı açıldı birkaç kişi dışarı döküldü. Önde iri yarı iki adam ve arkada, evin kadınları, çocukları.

“Adam yaralı,” dedi kadın, kendini adamın kollarından kurtarmaya çalışarak. “Bakılması lazım.”

Yabancı yeni gelenleri görünce onlara döndü ve kolunu biraz gevşetti. Kadın ondan uzaklaşarak, dönüp kaçmaya hazırlandı.

“Yolda buldum,” diye açıkladı, ses çıkarmadan bakan adamlara. “Rehberi vurmuş, soyup kaçmış. Kendisi anlatır.”

“Bu o,” dedi adamlardan biri, kaba sesle. “Yaban.” Yanıt beklemeden, kadının karanlıkta daha önce fark etmediği yayını kaldırdı.

Yayı yabancı da gördü. Elini kaldırdı. Ezberlediği sözleri tekrarladı. “Hayır. Ben dost. Barış.”

Kadın, donakalmış olan kaslarını hareket etmeye zorladı. Bir adım geriledi. Boğazı sıkışmış, nefes almasını engelliyordu. Bir adım daha… Köylü başka uyarı vermeden rahat bir hareketle yayı kaldırdı, kirişi çekti ve oku bıraktı.

Kadın tek ses çıkarmadan geriye devrildi.

Yabancı şaşkın şaşkın dönüp ona baktı. “Hayır!” Sendeleyerek onun düştüğü yere gitti ve yanına çöktü. “Hayır.” Soru dolu bakışlarla köylülere döndü.

Kadını vuran adam onlara duyduğu ilgiyi yitirmişti bile. Diğer adama döndü. “Yarın beye haber yolla. Kadının işi bitti.” Dönüp yerde yatan kadına baktı ve yere tükürdü. “Kaltak.”

15 Ağustos 2010 Pazar

Whirlpool of Existence

It seems to me, we are living our individual existences like celesteal bodies. We are in a state of continuous dance, with our own paths,  our own gravities, and we attract each other, affect each other in various degrees. Some of us are big bodies of gravity and others dance around us, while we seem oblivious to how we change their course in life. Some of us just dance like twigs in a whirlpool. Some of us are like strong whirlpools who dance around each other, equal in strength, but still making a difference in the dance of the other.

As long as the universe is scattered with stars, as long as whirlpools are all engaged in a merry dance in the creek...

13 Ağustos 2010 Cuma

Kediler Nasıl Ortaya Çıktı

(Ya da Masallar Gerçek Olsaydı Kediler Nasıl Ortaya Çıkmış Olurdu)

Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru gözlerini açtığında kendini yeni bir bedende, yumuşak bir yatakta, sıcak ve tüylü bir yaratığın yanında buldu.

İlk düşüncesi, “Miyav!”, yani "Güzel!" oldu. Pisili gezegenindeki korkunç iktidar savaşında, tek bir kedinin bile canlı kalamayacağından korkmuştu çünkü.

Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru, Pisili’nin tek hakimiydi. Kedi Tanrı Pisili-Mav kedi ırkını o gezegene koyduğundan beri bu böyleydi ve yeniden doğum yetenekleri sayesinde, nesiller boyunca aynı kedi düzeni içinde, huzur içinde yaşayıp gitmişlerdi. Arada bir kimin kral olması gerektiği konusunda savaş ediyorlardı gerçi, ama şimdiye dek hepsini Maru kazanmıştı. Geçmiş yeniden doğumlarını yanlış saymamışsa, bu Maru’nun 75,734.bedeniydi.

“Yavruluğa bayılıyorum!” diye düşündü Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru gerinerek. Sıcak tüylü bedende, yani bu doğumundaki annesinin karnında meme ucu arandı.

Birdenbire hoyratça yattığı yerden kaldırıldı, evirilip çevirildi.

“Hiiii! Anneee, bu çok tatlı,” dedi bir kız çocuğu, şimdi eski Mısırca olduğunu bildiğimiz kadim insan dilinde.

“Neler oluyor?” diye tısladı Maru.

“Bak, tatlım, bu da çok şeker,” dedi daha pes, daha gür bir ses.

Yakından bir başka itiraz miyavlaması duyuldu.

Önceki iki sesten daha da kalın, daha da gür bir ses konuştu, “Hangisini seçecekseniz seçin. Bana sorarsanız burada birbirinden farkı olmayan dört küçük pire torbası var!”

“Anneee, bunu alalım,” diye mızıldandı en ince ses.

“Bana el sürmeye nasıl cüret edersiniz!” diye kükredi Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru, kendi dilinde. “Ben kedilerin imparatoru, Yüce Kedi Maru’yum!”

“Hayır! Maru benim!” diye kükredi yanındaki kedi yavrusu.

“Maru benim!” diye itiraz etti bir başkası.

“Hayır! Maru benim!” diye ekledi yavruların dördüncüsü.

“Hepiniz kesin sesinizi. Maru benim!” diye miyavladı anne kedi kararlı bir sesle.

İnsan ailesi küçük kızın elindeki kediyle birlikte uzaklaşırken, Maru feryat ediyordu. “Ama nasıl olur! Tahtım! İmparatorluğum! Pati ver bana, Ey Yüce Pisili-Mav!”

Heyhat! Pisili-Mav ona yardım edemezdi.

Pisili gezegenindeki en son iktidar savaşında hayatını kaybeden Maru’nun yeniden doğacak ruhu, savaşın sebep olduğu manyetik fırtınalarda boyutlar ötesi bir evrene uçmuş, dünya gezegenindeki benzer, sivri kulaklı, tüylü, uzun kuyruklu bir ırkın içine girmişti. Ve boyutlararası yolculuğun garip bir cilvesiyle, artık bu gezegende doğan her kedi aynı ruhla, Kedilerin Kedisi Yüce Kedi Maru’nun ruhuyla doğuyordu.

Bir anlık aydınlanmayla bu gerçeği kavrayan Maru’nun gittikçe uzaklaşan sesi duyuldu. “Hayır! Olamaz! Pisili-Maaaaaaaaav…”

İşte bu yüzden gezegenimizdeki her kedi, evin ya da sokağın tek hükümdarı oymuş gibi davranır.

İşte bu yüzden kediler asla gülümsemez, çok önemli biri onlara çok kötü kazık atmış gibi devamlı surat asar.

İşte bu yüzden hep hizmet beklerler ve hep kaprislidirler.

***

Kedilerin dünya üzerinde ortaya çıkışı böyle olmadı. Ama kedileri tanıyan herkes aynı fikirdedir: aslında böyle olması gerekirdi.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Karanlığın Çocukları

Üç genç karanlık tünellerde hızla, sessizce süzüldüler. Tanıdık yerlerdi, burada dolaşmaya hakları vardı, ama yine de görülmemeye çalışıyorlardı, çünkü nereye gittiklerinin sorulmasını istemiyorlardı.

Karanlığın çocuklarıydı onlar, karanlıkta doğmuş, karanlıkta büyümüşlerdi ve onlardan önce gelenler gibi karanlıkta ölmeleri bekleniyordu. Ama onlar gençti ve karanlıkta yemeğin başına çöktüklerinde dinledikleri ışık öyküleri kafalarını dolduruyor, hayal güçlerini harekete geçiriyor, meraklarını gıdıklıyordu.

Atalarının öyküleri... mağaraların derinliklerinde, nesilden nesle aktarılmış efsaneler. Büyük Patlama. Muazzam Işık. Yeryüzünde yaşayan hemen her ırkın büyük kısmının bir anda buharlaşması. Kalanların yine de görünmez ateşlere atılmış gibi kavrulması, hastalanıp ölmesi. O zamana kadar dünyayı besleyen şeyden, ışıktan kaçan bir avuç atanın en derin mağaralara sığınması. Yaşam mücadelesi. Kıtlık. Hastalıkların ve ölümün devamı. Kalan üç beş bireyden doğanlar ve tekrar çoğalan, varlık mücadelesini kazanan, mağaraları tekrar dolduran halk.

Gündüzün olmadığı bir gecede zamanı ölçmek imkansızdı, bu yüzden günlerle, mevsimlerle değil, nesillerle takip edebiliyorlardı onu. Ama zaman da artık efsaneye dönüşmüş, hikayeleri anlatan ihtiyarların hayal gücüne kalmıştı. Bin nesil önce, diyordu bir tanesi, Büyük Patlama oldu, ama bir başkasına göre iki bindi, bir diğeri ise daha dünmüş gibi anlatıyordu. Her yüz nesilde bir kahramanlar çıkıyordu, efsanelere göre, eski günlerin özlemiyle, yeryüzünün eskisi kadar ölümcül olmadığı umuduyla yukarı çıkmayı deneyen kahramanlar. Onların çoğu geri dönmemişti, ama ışımadan etkilenecek kadar ileri gitmiş, ama yüzeye çıkmaya cesaret edemememiş, geri döndüklerinde feci kavrulmuş kahramanlar da vardı.

Gençler pek az değişiklikle sık sık anlatılan bu hikayeleri, aynı merak ve hevesle dinliyorlardı. Işıklı bir dünyanın tasvir edildiği yerlerde bir sır paylaşırcasına birbirlerini dürtüklüyorlardı. En son kahraman ne zaman gitmişti? Yüz nesil diyordu dedeler, nineler, ama daha zamanı gelmedi, Cennet Bahçe hala ölümcül, diye ekliyorlardı. Yüz nesil diyordu üç sıkı dost, artık zamanı gelmiş olmalı, ve sonra düşüncelere dalıyorlardı. En başta adını koymasalar da, ortak merakları yavaş yavaş bir plana dönüşüyordu. Çünkü ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar ışığı, o yaşam veren muhteşem kavramı, yeryüzündeki ışıklı cenneti hayal edemiyorlardı.

İşte şimdi, o meraka yenilmiş üç genç tünellerde, toprağın derinliklerinden yukarıya tırmanıyorlardı.

En kalabalık mağaralardan ve tünellerden hızla geçtiler ve tırmandılar. Kalabalık seyreldi ve onlar tırmanmaya devam ettiler. Yaşam mekanlarının çeperlerinde, gençlerin ve çocukların yolunu kaybedip tehlikeli bölgelere, yüzeye çok yakın yerlere gitmesini önlemek için nöbetçiler dolaşırdı. Onları kolaylıkla atlattılar ve tırmandılar.

Son nöbetçiyi de geçip, kimsenin dolaşmadığı tünellere geldiklerinde mola verdiler ve küt küt atan kalplerinin biraz sakinleşmesini beklediler.

"Ben o kadar emin değilim," dedi Kurr, en arkada olanı, usulca. Tünelin duvarının dibinde art arda dizilmişler, aydınlığa gittiğini bildikleri karanlık geçide bakıyorlardı.

"Korkaklık edecek zaman değil," dedi Kiri öfkeyle. "Buraya kadar geldik. Artık geri dönüş yok!" Sesindeki hafif titreme, arkadaşının onun kendi korkusunu, kendi tereddüdünü dile getirmesine öfkelendiğini düşündürüyordu.

"Yeryüzüne en son yüz nesil önce çıkmayı denediler," dedi üçüncüsü ve en önde duranı, Kara. Gözleri tünelin kıvrıldığı yerdeydi ve ileri atılmamak için kendini zor tutuyormuş gibiydi. "Biz yeryüzünü göreceğiz. Işığın ne olduğunu göreceğiz. Sonra geri gelip buradakilere anlatacağız. Artık aydınlıkta yaşayacağız. Hava, su, yiyecek, hepsi bol olacak."

"Bilemezsin," dedi Kiri hüzünle.

Bir an durup, öylesine imkansız gelen cennet yeryüzünü hayal ettiler. Kafalarının içindeki imgelerde bol besin, bol su vardı, ama ışık yoktu.

Sessizlik ve kıpırtısızlık için daha fazla bahane kalmayınca Kara, "Gidelim," dedi kısaca. Yanıt beklemeden, sık adımlarla yürümeye başladı. Diğer ikisi gönülsüzce takip etti. Korkuyorlardı. Korkularının haklı olduğunu biliyorlardı. Ama sıkışık, karanlık mağaralarda yaşamak zor geliyordu artık. Herşeyden çok umut istiyorlardı. Işık umudu.

Geldiklerinden daha fazla yol gittiler. Karanlık hala mutlaktı ve açılmayı reddediyordu. Hiç bu kadar yürümemişlerdi. Yorulmaya başlamışlardı ve umut beklentisi içlerinde bir burukluğa dönüşmek üzereydi.

Gençlerin ikisi pes etmeyi düşünmeye başlamışlardı, ama Kara'nın iradesi onları ileriye sürüklüyordu. İç burkuntusu bir yumruk kadar büyüdüğü anda karanlığın rengi açılmaya başladı.

"Gözlerim!" diye sızlandı Kiri. Kurr durmuş, gözlerini sıkı sıkı yumarak yere çökmüştü.

Kara kamaşan gözlerindeki acıya aldırmadı. "Bulduk!" dedi zaferle. "Işık bu! Yeryüzüne geliyoruz!"

Onlar orada oyalanırken, gözleri milyon yılların alışkanlığını hatırladı. Gözleri açık renk karanlığa alıştı. Işık değildi bu henüz, yalnızca onun habercisiydi ve tünelde, şimdi daha yavaşça ilerlerken bunu keşfettiler. Açık renk karanlık bir süre sonra yerini loşluğa bıraktı. Zamanla tünel, atalarının ışık olarak bildiği şeyin duvarlardaki yansımasıyla yavaş yavaş aydınlandı.

Sonunda bir köşe döndüler ve ileride bir ışık patlaması gördüler.

"İşte!"

"Bulduk!"

"Sonunda!"

Birbirlerini kutladılar heyecanla. Kiri'nin aklına, hala kavrulmamış oldukları geldi. Işığı bulmuşlardı ve hala yaşıyorlardı. "Tehlike geçmiş olmalı," dedi Kara. "Bunu öğrenen ilk biz olduk. Işık haberini biz vereceğiz." Hissettiği gururla kabarmıştı.

Gözlerinin tünel ağzındaki aydınlığa alışması daha uzun sürdü, çünkü bu gerçek ışıktı. Üç gencin de içi korku ve evhamla doluydu. Bilinmeyen, bir koşu uzaktaydı. Hayallerini süsleyen dünya. Kabustan farksız efsanelerde anlatılan dünya. Yeryüzü.

"Daha fazla beklemenin anlamı yok," dedi Kara. Çöktükleri yerden kalktılar. Yeni, aydınlık dünyaya doğru ilk adımlarını attılar.

***

Kayalık arazide güçlükle büyümeyi başarmış cevizin dalındaki karga olgun bir ceviz kopardı, yere attı ve peşinden uçtu. Cevizi biraz dürtükledi. Çatlamıştı, ama iyice kırılmamıştı. Belki bir deneme daha...

Cevizi gagasına almış, tekrar kanatlanmaya hazırlanırken keskin kulakları ayaklarının altındaki kayada tıpırtılar yakaladı. Karga başını yana eğerek dikkat kesildi. Tıpırtılar yaklaşıyordu.

Karga başını öne eğerek kaya yüzeyini inceledi. O bakarken, kaya yüzeyinde, biraz aşağıda, daha önce fark etmediği bir çatlakta iki anten belirdi. Karga hevesle cevizi yere bıraktı, sessizce çatlağa doğru iki adım attı, iyice eğildi ve bekledi.

İki antenin bağlı olduğu baş ortaya çıktı. Sonra uzun, siyah, kın kanatlı bir gövde. Hamamböceği temiz havada duraksadı, derin bir nefes aldı ve tam "Işı...!" derken karga uzanıp onu kapıverdi. Hamamböceği daha fazla ses çıkaramadan karganın midesini boyladı.

Karga yeniden eğildi ve bekledi. Gözleri kamaşmış bir hamamböceği daha dışarı çıktı ve çevresine bakındı. Arkadaşının nereye kaybolduğunu merak etmeye zaman bulamadı. Karga üçüncüsünün çatlaktan çıkmasını beklemedi. İkinciyi yutar yutmaz çatlağa yaklaştı, gagasını içeri soktu ve üçüncüyü yakalayıp çekti.

Bir süre çatlağın başında oyalanarak, daha fazla böcek bekledi. Böcekten umudunu kesince kanat çırparak keyifle gakladı, cevizini düştüğü yerden aldı ve yeniden ceviz ağacına uçtu.

6 Ağustos 2010 Cuma

Gelişigüzel Cennet Parçaları

Kafanın içine bin tilki doluşmuş, bininin de kuyruğu birbirine dolaşmışken bir işe başlarsın. Başladığın anda içine bir huzur çöker. Sıcak sabahın seyrek, serin esintilerini hissetmeye başlarsın. Arada aldığın bir yudum çay zevke dönüşür. Sonra bir bakmışsın bin tilkinin kuyrukları çözülmüş, kendi köşelerinde kaşınıp durmaktalar ve sen bir yaz sabahı, yaptığın işi sevmenin keyfini çıkarmaktasın. Kayalık kıraç topraklara serpiştirilmiş küçük cennet parçaları. Keyfini sürmeyeceksen hiç yolculuğa çıkma. :)