11 Ağustos 2010 Çarşamba

Karanlığın Çocukları

Üç genç karanlık tünellerde hızla, sessizce süzüldüler. Tanıdık yerlerdi, burada dolaşmaya hakları vardı, ama yine de görülmemeye çalışıyorlardı, çünkü nereye gittiklerinin sorulmasını istemiyorlardı.

Karanlığın çocuklarıydı onlar, karanlıkta doğmuş, karanlıkta büyümüşlerdi ve onlardan önce gelenler gibi karanlıkta ölmeleri bekleniyordu. Ama onlar gençti ve karanlıkta yemeğin başına çöktüklerinde dinledikleri ışık öyküleri kafalarını dolduruyor, hayal güçlerini harekete geçiriyor, meraklarını gıdıklıyordu.

Atalarının öyküleri... mağaraların derinliklerinde, nesilden nesle aktarılmış efsaneler. Büyük Patlama. Muazzam Işık. Yeryüzünde yaşayan hemen her ırkın büyük kısmının bir anda buharlaşması. Kalanların yine de görünmez ateşlere atılmış gibi kavrulması, hastalanıp ölmesi. O zamana kadar dünyayı besleyen şeyden, ışıktan kaçan bir avuç atanın en derin mağaralara sığınması. Yaşam mücadelesi. Kıtlık. Hastalıkların ve ölümün devamı. Kalan üç beş bireyden doğanlar ve tekrar çoğalan, varlık mücadelesini kazanan, mağaraları tekrar dolduran halk.

Gündüzün olmadığı bir gecede zamanı ölçmek imkansızdı, bu yüzden günlerle, mevsimlerle değil, nesillerle takip edebiliyorlardı onu. Ama zaman da artık efsaneye dönüşmüş, hikayeleri anlatan ihtiyarların hayal gücüne kalmıştı. Bin nesil önce, diyordu bir tanesi, Büyük Patlama oldu, ama bir başkasına göre iki bindi, bir diğeri ise daha dünmüş gibi anlatıyordu. Her yüz nesilde bir kahramanlar çıkıyordu, efsanelere göre, eski günlerin özlemiyle, yeryüzünün eskisi kadar ölümcül olmadığı umuduyla yukarı çıkmayı deneyen kahramanlar. Onların çoğu geri dönmemişti, ama ışımadan etkilenecek kadar ileri gitmiş, ama yüzeye çıkmaya cesaret edemememiş, geri döndüklerinde feci kavrulmuş kahramanlar da vardı.

Gençler pek az değişiklikle sık sık anlatılan bu hikayeleri, aynı merak ve hevesle dinliyorlardı. Işıklı bir dünyanın tasvir edildiği yerlerde bir sır paylaşırcasına birbirlerini dürtüklüyorlardı. En son kahraman ne zaman gitmişti? Yüz nesil diyordu dedeler, nineler, ama daha zamanı gelmedi, Cennet Bahçe hala ölümcül, diye ekliyorlardı. Yüz nesil diyordu üç sıkı dost, artık zamanı gelmiş olmalı, ve sonra düşüncelere dalıyorlardı. En başta adını koymasalar da, ortak merakları yavaş yavaş bir plana dönüşüyordu. Çünkü ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar ışığı, o yaşam veren muhteşem kavramı, yeryüzündeki ışıklı cenneti hayal edemiyorlardı.

İşte şimdi, o meraka yenilmiş üç genç tünellerde, toprağın derinliklerinden yukarıya tırmanıyorlardı.

En kalabalık mağaralardan ve tünellerden hızla geçtiler ve tırmandılar. Kalabalık seyreldi ve onlar tırmanmaya devam ettiler. Yaşam mekanlarının çeperlerinde, gençlerin ve çocukların yolunu kaybedip tehlikeli bölgelere, yüzeye çok yakın yerlere gitmesini önlemek için nöbetçiler dolaşırdı. Onları kolaylıkla atlattılar ve tırmandılar.

Son nöbetçiyi de geçip, kimsenin dolaşmadığı tünellere geldiklerinde mola verdiler ve küt küt atan kalplerinin biraz sakinleşmesini beklediler.

"Ben o kadar emin değilim," dedi Kurr, en arkada olanı, usulca. Tünelin duvarının dibinde art arda dizilmişler, aydınlığa gittiğini bildikleri karanlık geçide bakıyorlardı.

"Korkaklık edecek zaman değil," dedi Kiri öfkeyle. "Buraya kadar geldik. Artık geri dönüş yok!" Sesindeki hafif titreme, arkadaşının onun kendi korkusunu, kendi tereddüdünü dile getirmesine öfkelendiğini düşündürüyordu.

"Yeryüzüne en son yüz nesil önce çıkmayı denediler," dedi üçüncüsü ve en önde duranı, Kara. Gözleri tünelin kıvrıldığı yerdeydi ve ileri atılmamak için kendini zor tutuyormuş gibiydi. "Biz yeryüzünü göreceğiz. Işığın ne olduğunu göreceğiz. Sonra geri gelip buradakilere anlatacağız. Artık aydınlıkta yaşayacağız. Hava, su, yiyecek, hepsi bol olacak."

"Bilemezsin," dedi Kiri hüzünle.

Bir an durup, öylesine imkansız gelen cennet yeryüzünü hayal ettiler. Kafalarının içindeki imgelerde bol besin, bol su vardı, ama ışık yoktu.

Sessizlik ve kıpırtısızlık için daha fazla bahane kalmayınca Kara, "Gidelim," dedi kısaca. Yanıt beklemeden, sık adımlarla yürümeye başladı. Diğer ikisi gönülsüzce takip etti. Korkuyorlardı. Korkularının haklı olduğunu biliyorlardı. Ama sıkışık, karanlık mağaralarda yaşamak zor geliyordu artık. Herşeyden çok umut istiyorlardı. Işık umudu.

Geldiklerinden daha fazla yol gittiler. Karanlık hala mutlaktı ve açılmayı reddediyordu. Hiç bu kadar yürümemişlerdi. Yorulmaya başlamışlardı ve umut beklentisi içlerinde bir burukluğa dönüşmek üzereydi.

Gençlerin ikisi pes etmeyi düşünmeye başlamışlardı, ama Kara'nın iradesi onları ileriye sürüklüyordu. İç burkuntusu bir yumruk kadar büyüdüğü anda karanlığın rengi açılmaya başladı.

"Gözlerim!" diye sızlandı Kiri. Kurr durmuş, gözlerini sıkı sıkı yumarak yere çökmüştü.

Kara kamaşan gözlerindeki acıya aldırmadı. "Bulduk!" dedi zaferle. "Işık bu! Yeryüzüne geliyoruz!"

Onlar orada oyalanırken, gözleri milyon yılların alışkanlığını hatırladı. Gözleri açık renk karanlığa alıştı. Işık değildi bu henüz, yalnızca onun habercisiydi ve tünelde, şimdi daha yavaşça ilerlerken bunu keşfettiler. Açık renk karanlık bir süre sonra yerini loşluğa bıraktı. Zamanla tünel, atalarının ışık olarak bildiği şeyin duvarlardaki yansımasıyla yavaş yavaş aydınlandı.

Sonunda bir köşe döndüler ve ileride bir ışık patlaması gördüler.

"İşte!"

"Bulduk!"

"Sonunda!"

Birbirlerini kutladılar heyecanla. Kiri'nin aklına, hala kavrulmamış oldukları geldi. Işığı bulmuşlardı ve hala yaşıyorlardı. "Tehlike geçmiş olmalı," dedi Kara. "Bunu öğrenen ilk biz olduk. Işık haberini biz vereceğiz." Hissettiği gururla kabarmıştı.

Gözlerinin tünel ağzındaki aydınlığa alışması daha uzun sürdü, çünkü bu gerçek ışıktı. Üç gencin de içi korku ve evhamla doluydu. Bilinmeyen, bir koşu uzaktaydı. Hayallerini süsleyen dünya. Kabustan farksız efsanelerde anlatılan dünya. Yeryüzü.

"Daha fazla beklemenin anlamı yok," dedi Kara. Çöktükleri yerden kalktılar. Yeni, aydınlık dünyaya doğru ilk adımlarını attılar.

***

Kayalık arazide güçlükle büyümeyi başarmış cevizin dalındaki karga olgun bir ceviz kopardı, yere attı ve peşinden uçtu. Cevizi biraz dürtükledi. Çatlamıştı, ama iyice kırılmamıştı. Belki bir deneme daha...

Cevizi gagasına almış, tekrar kanatlanmaya hazırlanırken keskin kulakları ayaklarının altındaki kayada tıpırtılar yakaladı. Karga başını yana eğerek dikkat kesildi. Tıpırtılar yaklaşıyordu.

Karga başını öne eğerek kaya yüzeyini inceledi. O bakarken, kaya yüzeyinde, biraz aşağıda, daha önce fark etmediği bir çatlakta iki anten belirdi. Karga hevesle cevizi yere bıraktı, sessizce çatlağa doğru iki adım attı, iyice eğildi ve bekledi.

İki antenin bağlı olduğu baş ortaya çıktı. Sonra uzun, siyah, kın kanatlı bir gövde. Hamamböceği temiz havada duraksadı, derin bir nefes aldı ve tam "Işı...!" derken karga uzanıp onu kapıverdi. Hamamböceği daha fazla ses çıkaramadan karganın midesini boyladı.

Karga yeniden eğildi ve bekledi. Gözleri kamaşmış bir hamamböceği daha dışarı çıktı ve çevresine bakındı. Arkadaşının nereye kaybolduğunu merak etmeye zaman bulamadı. Karga üçüncüsünün çatlaktan çıkmasını beklemedi. İkinciyi yutar yutmaz çatlağa yaklaştı, gagasını içeri soktu ve üçüncüyü yakalayıp çekti.

Bir süre çatlağın başında oyalanarak, daha fazla böcek bekledi. Böcekten umudunu kesince kanat çırparak keyifle gakladı, cevizini düştüğü yerden aldı ve yeniden ceviz ağacına uçtu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder